29 Haziran 2012 Cuma

İKİ MEVSİM



Şimdi gözlerini açabilirsin; burası yeşil bir orman. Sağ köşedeki güneş, yapraklar ve dallar arasından buraya süzülerek; sol köşedeki şelalenin zümrüt rengini ışıldatıyor. Şelalenin derinliklerinden gelen keman sesi seni sarhoş ediyor. Orada akan şey su gibi saf ve fakat daha gösterişli, yeşil, parlak ve lezzetli… Kayalar en saf cevher hallerinde;  lal, zümrüt, kuvars, zebercet, opal… Bembeyaz güllerin beyazı bildiğin beyazdan değil, gökteki mavi gördüğün mavi değil, buradaki sesler daha önce duyduğun sesler gibi değil.                                                       
Bu huzur ve mutluluğun içinde küçücük bir korku olabilir.                                                     Ancak…                                                                                                                               

“Sevgilim, ya sana bir şey olursa? Ya biz ayrılırsak? Ya ben sana bir hainlik işlersem? Ya birdenbire senden nefret edersem? Ya beni yersen, ya ben de seni öldürürsem?”
Ağaç yokken, çiçek yokken, toprak yokken, kedi yokken ve bir yıldız tozundan ibaretken her yer. Bir çocuk dünyaya geldi. Annesinin memesindeki pul biberi görünceye kadar her şey iyiydi. Meme hastalanıyordu. Çocuk hastalanıyordu. İnsanlar hastalanıyordu. Tekrar iyileşiyor. Tekrar hastalanıyordu. Her defasında iyileşiyor, sonra tekrar hastalanıyordu, sonra tekrar iyileşiyordu…
 Böylelikle çocuk büyüyordu. Etrafındaki insanlar çocuğu çok seviyorlardı. Ona sevgisini sunanlar, bazen birdenbire bu nimeti ondan esirgiyordu. Çocuk da sevgisini sunduğu şeyden bu nimeti esirgemeyi öğreniyordu. Bazen ona kötü davranıyorlardı. Çocuk da şeylere kötü davranmayı öğreniyordu. Bazen ondan nefret ediyorlardı.                                                                                                     
Çocuk da bazen onlardan nefret ediyordu.
“Opal kuvarsın bir çeşididir. Koşulsuz sevgi verme yetisine sahip olanlar tarafından kullanılmasına dikkat edilmelidir. Aksi halde; tarihteki gibi uğursuz taş olma özelliği açığa çıkabilir.”
Böylelikle çocuk adam oldu. Çok önemli makamlara geldi. Bazen kendini çok iyi hissediyor bazen de hırs ve kederden geberiyordu. Bazen evlat olurken; bazen hain oluyordu. Böylelikle çocuk adam oluyordu. Babası adam olan çocuğu çok seviyordu. Fakat bazen onun bacağını kırmak istiyordu. Adam da babasını çok seviyordu. Fakat bazen sırtını hançerle deşmek istiyordu.
Babası çocuğunun kendisine benzediğini görüyordu. Babası kendisinden korkuyordu. Bazen de çocuğundan korkuyordu. Çocuk bazen kendisinden korkuyordu. Bazen de yok etmek istediği babasından. Bazen babası onu yemek istiyordu. Bazen de çocuk babasını…                                            
Böylelikle yıllar, yıllar geçiyordu.
Kuşku, kulağıma sesler fısıldama artık korkuyorum senden. Sen saçsız, derisiz, dişleri bilenmiş vahşi bir canavarsın. Biri seni çuvalın içerisinde iki büklüm bir halde buraya getirdi. Korkunç fısıltılarınla damarlarımdan içeri girdin.
Kalbime yerleştin.                                     
Kalbim senin yüzünden sonsuza kadar aidiyetini arayacak ve onu hiçbir zaman bulamayacak. Ve ben hiçbir zaman ölemeyeceğim.

Son hançer darbesinin vakti gelmeden az önce çocuk babasına hain bir plan hazırladı. Plan başarıya erişti. Adam tuzağa düştü. Bıçaklar kollarından, bacaklarından, böbreğinden, kalçasından girdi. Son hançerin vakti geldi çattı. Çocuk hançerini kaldırdı.                                                                         
Adam arkasına baktı.             
“Sende mi Brütüs?” 
Ortalığı soğuk bir rüzgâr sardı. Hava buz kesti. Bu ihanete tanık olan herkes oracıkta donuverdi. Hiç biri çözülemedi. Hiç biri hiçbir zaman ölemedi. Adam son hançer darbesini sapladı.                            
 “Sen de mi…”  
Opal’in içindeki yılan açığa çıktı. Yılan herkesin gövdesine girdiği gibi çocuğun gövdesine de girdi. O büyüdükçe onunla birlikte büyüdü.Çocuk adam oldu. Yılan, yılan oldu.
“Fazilet, sen bir laftan başka hiçbir şey değilsin.”
Buranın bir orman olmadığını bilmelisin artık. Orada gördüğün gök mavi, dal sarı, göl yeşil değil. Buradan uçan son kuş, yerden fışkıran ateşin tesiriyle gözlerimizin önünde yandı. Önce tüyleri yandı. İşit. Derisi kızardı. Gör. Derisinin yağı eriyerek kaslarını ve iç organlarını pişirdi. En son iliği çürüdü ve kemikleri parçalanarak kül oldu. Her şey yerle bir oldu. Birdenbire oldu. Her yer safra, kan, balgam ve karanlık içinde kaldı. Bu gördüğün yerde ışık yok oldu. Artık bilmelisin ve artık işitmelisin:                                     
Burada her şey tersine döndü.                                                                                                     
Hayat bitti.                                                                                                                               
Ve birazdan, sana ilk verildiği zamanki haline dönüşecek…


Kargamecmua/Haziran'12