26 Nisan 2011 Salı

SIRR-I EHVEN-İ ŞERREYN

Buzdolabında muhteşem bir muhallebi kâsesi var. Az önce iki tane daha yemiştim. Üçüncüyü istiyor canım. Televizyonda ‘Susam Sokağı' oynuyor. Annem merdanelide çamaşır yıkıyor.  İçimde bir gerilim müziği çalıyor. İki yol var önümde... Buzdolabından muhallebi kâsesini çalsam? Yok. Olmaz. Otur. Televizyon seyret. Şöyle arkadan dolansam, anneme görünmeden, buzdolabından muhallebiyi çalsam...
Üst kattaki tarçınlı tabakayı sıyırsam…
Oh.
Parmak uçlarımda yürüyerek bahçeyi kontrol ediyorum Bereket annemin kıçı dönük Bahçeden mutfağa doğru süzülüyorum Bir gerilim müziği çalıyor Keman sesi gibi bir şey içimde Mutfağa akıyorum Sürünerek buzdolabına ulaşıyorum Buzdolabının önündeki taşı çekiyorum.
Pat. Çat. Şangır. Şılop.
Nasıl koymuşlar o beş kiloluk salça kavanozunu oraya? Ah, o dolaptaki muhallebi kâsesi. Yerde paramparça olmuş kavanozun paresi. Duvarda sükut-u heyecanın kırmızı lekesi. Merdanelinin kesilen sesi. Gürültüye gelen evin hanımefendisi.

İki yol var önümde. Kaçmalı ya da kalmalı. Karar kılmalı.

Nöroşirurjiyenler böyle bir durumda organizmanın vakayı davranış yoluyla kontrol edemeyeceğini düşünüp hiç kımıldamamak suretiyle olay mahallinde öylece durup öğrenilmiş çaresizlik içerisinde katatonik postür ile karakterize olacağını söylemektedir. 
Neyse ki hemen “İki şer var ise meydanda ehven-i şerreyn ihtiyar olunur.” cümlesi geliyor aklıma. Tâbi. Ben deniz beş yaşında bir çocuk, aklıma hem böyle bir cümle geliyor hem de iki şerden hangisinin evlâ olduğunu ‘şıp’ diye biliyorum.
Pekâlâ.
Kaçtım.
Yedim sopayı.
Maşallah.
İşte, insan bazen böyle ‘iki ucu boklu değnek’ durumları ile karşılaşabiliyor. Tam da bu noktada iki uçtaki bok miktarına bakarak daha az olanı tercih etmekte fayda vardır. “Zaten boka battık ne fark eder ki anasını satayım!” demek pek doğru değildir. Bu gibi durumlar hayattan ve her şeyden bir anda soğutabilir. Ve fakat hayatınız kendisine karşı hissettiğiniz soğuklukla ilgilenmeksizin sert ve telaşlı bakışlarla vereceğiniz kararı bekler.
Suç işlemiş olan masal kahramanına “Kırk satır mı istersin kırk katır mı?” diye seçenek sunan ihtiyar heyeti hep bilgece ve demokratik davranır. “Kırk satır düşman başına kırk katırı verin de sılama gideyim.” diyen suçlu da seçim yapmış olmanın gurunu yaşar.


Gerçi ben daha hiçbir masalda “Yahu, bu kırk satır da neymiş bakalım hele?” diyeni ya da yeni bir seçenek sunan bir ihtiyar heyetini duymadım. Zira ehven-i şerreyn bir rahatlık mevzusudur. Her şey önceden bellidir. Kader gibi yani... İhtiyar heyeti “Aman, yeni bir kararname çıkarayım.” diye kafa patlatmaz. Suçlunun söyleyeceği zaten önceden bellidir. Kafalar rahat yani...

Elimde olsa kavanozun düştüğü anın evrende donmasını ve sonsuza dek bu şekilde asılı kalmasını seçerdim. Ve fakat böyle bir seçenek yok. Seçim her ne olursa olsun “Yok yok. İyi olanı yaptık başka çare yoktu” demek elzemdir. Bu durum da insanı bir tevekkül şahsiyetine çevirir ki işte anın paralel evrende asılı kalması illüzyonu ancak bu şekilde gerçekleşir.
Sonuç: Sine-i suzânın mutlak sükûnudur. 
Hadi hayırlısı...

nazlikalkan@gmail.com

11 Nisan 2011 Pazartesi

SON AKŞAM YEMEĞİ

Çengel bulmacada 23. sorunun cevabı “Taam”. Ömrümün ne kadar zamanını yemek yiyerek geçireceğim? Bilmiyorum. Bu gün Cuma… 13. Cuma. Olmaz. 13. Cuma uğursuz. 13. havari hain. Judas’mıydı? Yok. Asıl hain Aziz Peter! Elinde bıçak vardı, gördüm.
24. sorunun cevabı “Ateş Böceği Ercan”. Gölbaşında çatlayana kadar ateş böceği yemiş; geğirirken ağzından ışık saçan bir kurbağa görürsen o benim işte. Oburluk başa bela… Nasıl yersen öyle yaşarsın demişler ne de olsa. Ben deniz, ilkokulda dağıtılan radyasyonlu fındıkları silip süpürmüş bir neslin neferi olarak nasıl yaşarım? Hah ha hah ha! Kahkahamla ağzımdan pirzolalar saçarım.  
Bırak pirzolayı. Buzdolabına bak.  Akşam yemeği için hazırlık yapmak lazım. Misafirler gelecek. Alehandro, Sebastiyan, Alfa, Romeo, Juliet, Malatyalı Mediha, Parisli Kamil, Şoför Nebahat, bir de tok evin aç kedisi Şefik. Bu akşam bütün dostlarımı soframa toplayacağım. “içimizden biri bana ihanet etti” diyeceğim. Tulum peynir! İçimizdeki hain tulum peynir. Buzdolabının kapısını kapattığım an arkamdan konuşmaya başlıyor. Balık pazarında koyundan kürkünün içinde “Beni bilen bilir” diye bağırmasından belli görgüsüzlüğü. İyice azıttı son günlerde, gözünde fer kalmamış hıyanetten, yanakları yemyeşil olmuş. Kilosu 30 lira olmasa çoktan kaldırıp atardım şimdiye. Arkandan ağlarım diye geçirdi tırnaklarını mideme. Şefik’e vereceğim mendeburu. Çocukken arkamdan ağlayanların hepsini ikram edeceğim misafirlerime. Sahandaki yarım yumurta, dağılmış etli dolma, pirinç bulamacı, ısırılmış elma, salçalı ekmek, haşlanmış pırasa…
Sevgili dostlarım,
Sizler için tertip ettiğim bu son yemekte ikram edeceğim kutsal yiyeceklerden yiyerek beni şereflendirmiş olacaksınız. Amacım bu ağlak yemeklerden huzurunuzdaki ritüelle kurtulup; hayata yeni bir sayfa açmaktadır. Zira etli dolmanın sesi durmadan kulaklarımda çınlıyor, artık dayanamıyorum. Ayrıca tasarruf yapmak, milli kaynakların işletilmesi, yerli fabrikalar kurulması, paranın dış ülkelere gitmesini önlemek, temel tüketim maddelerini öz kaynaklardan karşılamak, ekonomimizi geliştirmek bu yemeğin belli başlı amaçlarındadır. İçim, dışım, başım, kıçım yerli malıdır.
Afiyet oldum.

25. sorunun cevabı “Feguer”. 1963’te öldü. Cinayet işlerken görmüşler. İdam mahkûmu. “Son olarak ne yemek istersin?” dediler. Zeytin. “Bir adet zeytin alayım” dedi. “Öleceğim madem, madem bu son yemeğim, bari içimden zeytin ağacı çıksın.” Amerika’da dallanan bir zeytin ağacı görürsen o Feguer işte.
O halde nasıl yerse öyle ölür insan.
Yoksa nasıl ölürse öyle mi yer insan?