16 Aralık 2012 Pazar

PARDON


“Batan taşın dalgalanan çemberinde, suyun dalgayla titreyen yüzeyinde,
Genişler hareket bir iki üç diye…”

Tavandaki pervane dönüyor, dönüyordu. Yan masada üç kişi konuşuyor sonra kahkaha atıyorlardı. Tekrar konuşuyor, tekrar kahkaha atıyorlardı. Karşı masada oturan adam elindeki gazetenin sayfalarını çeviriyor ve tekrar çeviriyordu.  Mutfağa açılan tezgâhta duran garson, tezgâhın üzerindeki bardağı alıyor, tekrar yerine bırakıyordu. Sonra tekrar alıyor, tekrar bırakıyordu. Dış kapıda duran garson kapıdan içeri bir adım atıyor ve dışarı çıkıyordu. Tekrar içeri ve tekrar dışarı... Mutfaktaki kadın poğaçaları bir dolaptan alıyor diğer dolaba bırakıyor; tekrar alıp tekrar bırakıyordu. Kasadaki görevli kasayı “çiling” sesiyle açıyor. Tekrar “çiling” sesi ile kapatıyordu. Tekrar açıyor, tekrar kapatıyordu.

Bir ordu ile birlikte uyandın, bir ordu ile birlikte yollara düştün. Ordu ile birlikte sınıflara doluştun. Ordu ile birlikte büyüdün. Ordu ile birlikte süslü kapılardan geçtin. Ordu ile birlikte binalara doluştun. Ordu ile birlikte çarkları çevirdin. Ordu ile birlikte çarkı çok sevdin. Ordu ile birlikte çarkı sen sandın.

Bütün cesaretini topladı. Uzun kahverengi saçını yanına atarak arkasına döndü.  “Pardon!” dedi.  Kimse onu fark etmemişti. Biraz sıkıldı. Biraz utandı. Sinirlendiğini zannetti. Etrafını kontrol etti. Herkes kendi işiyle meşguldü. Bu kez atlatmıştı. Rezil olmamıştı. Tekrar gücünü topladı.
“Pardon!”
Gazete sayfaları çevriliyor. “Çiling!”  Biri içeri giriyor. “Çiling!”  Poğaçaların yerleri değişiyor. “Çiling!”  Kasa açılıyor. “Çiling!” Kapanıyor. Çiling! Çiling! Çiling!

Birorduçarkilebirliktesüslükapılardançıktınotobüslerebindinyemekyedinacıktınduşaldınkirlendinuyudunuyandınçalıştınçabaladınyerleredüştün…

Kendi dışında her şey hareket ederken o duruyordu. Garsondan çay istemek için kafasında onlarca senaryo kuruyor; olası her tepkiye karşı cevapların provalarını yapıyor, bu esnada şekilden şekle giriyor fakat görünürde duruyordu. “Pardon” bu kez de fark edilmemişti. Bir kişi ile dahi göz göze gelememişti. Şimdi gerçekten sinirlendiğini zannediyordu. Burada birilerinden nefret etmesi an meselesi idi.

“Pardon dedim geri kafalılar! İnsan müsveddeleri, aşağılık, beceriksiz ve sefil yaratıklar! Pis temizlikçiler, garsonlar, sıradan memurlar, badem bıyıklı eşcinseller, sıkma baş uğursuzlar, okumayanlar, okuduğundan anlamayanlar,  aptallar, komplo teorisyenleri, faşistler, ırkçılar, örümcek kafalı solcular, cahil sağcılar, rezil milletler, eğlenmesini bilmeyenler, sanattan anlamayanlar, adi köpekler! Bok gibi para kazananlar, hayattan bihaberler! Parasız, pulsuz, insan müsveddeleri, Aptallar! Aptallar! Aptal Sürüleri!”

Çünkü insan zayıftı. Narin kolları ve bacakları vahşi doğadan korunmak için ona yeterli olamazdı. Birçok kol ve bacağı bir arada tutmalıydı. Vahşi doğanın saldırılarına karşı kendini korumalıydı.                                                                                                                              
Usulca ayağa kalktı. Bilhassa yüzündeki nazik ifadeye dikkati çekerek tezgâha yöneldi. Kafasını içeri doğru uzattı. Nezaket, korku ve nefret arasında bir tonda “Pardon, bir çay alabilir miyim?” dedi. Yanındaki kadını fark etmemişti. Kadın “Bir saniye ben de bekliyorum!” dedi. Ne yapması gerektiğini ona söyleme cüretinde bulunan bu gergin ses tonu içinde sakladığı öfkeyi birden bire ayağa kaldırdı.

Bir arada yaşamak zorundaydılar. Birbirlerini kollamalıydılar. Hep birlikte güven içinde uyumalı, hep birlikte uyanmalıydılar.  Hepbirlikteyanyanadipdibekafakafayadişdişekan.

Bir cümle ile başlayan bu işaret tarafların birbirlerini her seferinde daha fazla yaralamaya çalıştığı bir münakaşaya dönüşmüştü. Biri aşağılık, diğeri sefil bir yaratıktı. Biri çok başarılı bir avukat, diğeri çok başarılı bir mühendisti. Birinde bir algı problemi olmalıydı, diğeri ne konuştuğunu bilmiyordu. Biri yukarıda, diğeri aşağıdaydı. Biri aşağıda, diğeri yukarıdaydı. Bu esnada adam masada gazete kâğıtlarını çeviriyordu. Kadın poğaçaların yerlerini değiştiriyordu. Garson dışarı çıkıyor, içeri giriyordu. Çevredeki hareket bu münakaşadan hiç etkilenmiyordu.

Artık doğadan korkmuyor fakat kendi kendisinden korkuyordu. Kendi kendisiyle, kendinden kilometrelerce uzaklıkta olan kendisinden korkuyordu. Vah zavallıya…

“Kes sesini aptal!” Bir çırpıda söylenmiş bu hakaret, gurur çıbanının başına bir bıçak darbesi vurmuştu. İçinden bitmek bilmeyen bir irin seli boşalıyordu. Tezgâhın üzerinde duran poğaçayı kadının suratına fırlattı. Kadın da eline geçen çay kaşığını ona fırlattı. Karşılıklı olarak akan cerahat durmadan savaşıyordu. Sadece vurmak istiyordu. Gücü tükenene kadar, yıkılana kadar durmadan vurmak...

Ruhun seni terk edip gittiği zamanı hatırla. Geri dönerse onu kucaklayacak bir daha gitmesine izin vermeyecektin. Ve o gitmesine izin verdiğin bir zamanda geri geldi. Sonra gitti. Sen bilmedin. Tekrar geldi. Hiç zaman yoktu. Ve tekrar gitti.

Bu arzuyu tanıyordu. Trafikte sefil taksici onu sıkıştırıp öne geçtiğinde aynı duyguyu hissetmişti. Metroda kadın ayağına bastığında, karşıdan karşıya geçmek isterken araba durmadığında, metrobüsteki adam onu iteklediğinde, üst kattaki gürültü yaptığında, bakkal para üzerini eksik verdiğinde, siparişi geciktiğinde, köftesi soğuk, suyu sıcak, ayranı yavan geldiğinde aynı duyguyu hissetmişti. Onu tanıyordu. İçindekini biliyordu. Fakat duramıyordu. Durursa; ezilebilirdi. Durursa; haksızlık edebilirlerdi. Durursa ona saldırabilirlerdi. Durursa düşünebilirdi. Durup düşünürse; ne düşüneceğini bilemeyebilirdi.
Şehir ondan bunu istiyordu. Şehir güvendi. Güvende olmalıydı. İzin yoktu.Duramazdı.


Kargamecmua/Ekim2012