“Batan taşın
dalgalanan çemberinde, suyun dalgayla titreyen yüzeyinde,
Genişler hareket bir iki üç diye…”
Genişler hareket bir iki üç diye…”
Tavandaki
pervane dönüyor, dönüyordu. Yan masada üç kişi konuşuyor sonra kahkaha atıyorlardı.
Tekrar konuşuyor, tekrar kahkaha atıyorlardı. Karşı masada oturan adam elindeki
gazetenin sayfalarını çeviriyor ve tekrar çeviriyordu. Mutfağa açılan tezgâhta duran garson, tezgâhın
üzerindeki bardağı alıyor, tekrar yerine bırakıyordu. Sonra tekrar alıyor,
tekrar bırakıyordu. Dış kapıda duran garson kapıdan içeri bir adım atıyor ve
dışarı çıkıyordu. Tekrar içeri ve tekrar dışarı... Mutfaktaki kadın poğaçaları
bir dolaptan alıyor diğer dolaba bırakıyor; tekrar alıp tekrar bırakıyordu.
Kasadaki görevli kasayı “çiling” sesiyle açıyor. Tekrar “çiling” sesi ile
kapatıyordu. Tekrar açıyor, tekrar kapatıyordu.
Bir ordu ile
birlikte uyandın, bir ordu ile birlikte yollara düştün. Ordu ile birlikte
sınıflara doluştun. Ordu ile birlikte büyüdün. Ordu ile birlikte süslü
kapılardan geçtin. Ordu ile birlikte binalara doluştun. Ordu ile birlikte çarkları
çevirdin. Ordu ile birlikte çarkı çok sevdin. Ordu ile birlikte çarkı sen
sandın.
Bütün
cesaretini topladı. Uzun kahverengi saçını yanına atarak arkasına döndü. “Pardon!” dedi. Kimse onu fark etmemişti. Biraz sıkıldı.
Biraz utandı. Sinirlendiğini zannetti. Etrafını kontrol etti. Herkes kendi
işiyle meşguldü. Bu kez atlatmıştı. Rezil olmamıştı. Tekrar gücünü topladı.
“Pardon!”
Gazete
sayfaları çevriliyor. “Çiling!” Biri
içeri giriyor. “Çiling!” Poğaçaların
yerleri değişiyor. “Çiling!” Kasa
açılıyor. “Çiling!” Kapanıyor. Çiling! Çiling! Çiling!
Birorduçarkilebirliktesüslükapılardançıktınotobüslerebindinyemekyedinacıktınduşaldınkirlendinuyudunuyandınçalıştınçabaladınyerleredüştün…
Kendi dışında
her şey hareket ederken o duruyordu. Garsondan çay istemek için kafasında
onlarca senaryo kuruyor; olası her tepkiye karşı cevapların provalarını
yapıyor, bu esnada şekilden şekle giriyor fakat görünürde duruyordu. “Pardon” bu
kez de fark edilmemişti. Bir kişi ile dahi göz göze gelememişti. Şimdi
gerçekten sinirlendiğini zannediyordu. Burada birilerinden nefret etmesi an
meselesi idi.
“Pardon dedim geri kafalılar! İnsan müsveddeleri,
aşağılık, beceriksiz ve sefil yaratıklar! Pis temizlikçiler, garsonlar, sıradan
memurlar, badem bıyıklı eşcinseller, sıkma baş uğursuzlar, okumayanlar, okuduğundan
anlamayanlar, aptallar, komplo
teorisyenleri, faşistler, ırkçılar, örümcek kafalı solcular, cahil sağcılar,
rezil milletler, eğlenmesini bilmeyenler, sanattan anlamayanlar, adi köpekler!
Bok gibi para kazananlar, hayattan bihaberler! Parasız, pulsuz, insan
müsveddeleri, Aptallar! Aptallar! Aptal Sürüleri!”
Çünkü insan
zayıftı. Narin kolları ve bacakları vahşi doğadan korunmak için ona yeterli
olamazdı. Birçok kol ve bacağı bir arada tutmalıydı. Vahşi doğanın saldırılarına
karşı kendini korumalıydı.
Usulca
ayağa kalktı. Bilhassa yüzündeki nazik ifadeye dikkati çekerek tezgâha yöneldi.
Kafasını içeri doğru uzattı. Nezaket, korku ve nefret arasında bir tonda
“Pardon, bir çay alabilir miyim?” dedi. Yanındaki kadını fark etmemişti. Kadın
“Bir saniye ben de bekliyorum!” dedi. Ne yapması gerektiğini ona söyleme
cüretinde bulunan bu gergin ses tonu içinde sakladığı öfkeyi birden bire ayağa
kaldırdı.
Bir arada
yaşamak zorundaydılar. Birbirlerini kollamalıydılar. Hep birlikte güven içinde
uyumalı, hep birlikte uyanmalıydılar. Hepbirlikteyanyanadipdibekafakafayadişdişekan.
Bir cümle
ile başlayan bu işaret tarafların birbirlerini her seferinde daha fazla
yaralamaya çalıştığı bir münakaşaya dönüşmüştü. Biri aşağılık, diğeri sefil bir
yaratıktı. Biri çok başarılı bir avukat, diğeri çok başarılı bir mühendisti.
Birinde bir algı problemi olmalıydı, diğeri ne konuştuğunu bilmiyordu. Biri
yukarıda, diğeri aşağıdaydı. Biri aşağıda, diğeri yukarıdaydı. Bu esnada adam
masada gazete kâğıtlarını çeviriyordu. Kadın poğaçaların yerlerini değiştiriyordu.
Garson dışarı çıkıyor, içeri giriyordu. Çevredeki hareket bu münakaşadan hiç
etkilenmiyordu.
Artık doğadan
korkmuyor fakat kendi kendisinden korkuyordu. Kendi kendisiyle, kendinden
kilometrelerce uzaklıkta olan kendisinden korkuyordu. Vah zavallıya…
“Kes sesini
aptal!” Bir çırpıda söylenmiş bu hakaret, gurur çıbanının başına bir bıçak
darbesi vurmuştu. İçinden bitmek bilmeyen bir irin seli boşalıyordu. Tezgâhın
üzerinde duran poğaçayı kadının suratına fırlattı. Kadın da eline geçen çay
kaşığını ona fırlattı. Karşılıklı olarak akan cerahat durmadan savaşıyordu. Sadece
vurmak istiyordu. Gücü tükenene kadar, yıkılana kadar durmadan vurmak...
Ruhun seni
terk edip gittiği zamanı hatırla. Geri dönerse onu kucaklayacak bir daha
gitmesine izin vermeyecektin. Ve o gitmesine izin verdiğin bir zamanda geri geldi.
Sonra gitti. Sen bilmedin. Tekrar geldi. Hiç zaman yoktu. Ve tekrar gitti.
Bu arzuyu
tanıyordu. Trafikte sefil taksici onu sıkıştırıp öne geçtiğinde aynı duyguyu
hissetmişti. Metroda kadın ayağına bastığında, karşıdan karşıya geçmek isterken
araba durmadığında, metrobüsteki adam onu iteklediğinde, üst kattaki gürültü
yaptığında, bakkal para üzerini eksik verdiğinde, siparişi geciktiğinde,
köftesi soğuk, suyu sıcak, ayranı yavan geldiğinde aynı duyguyu hissetmişti.
Onu tanıyordu. İçindekini biliyordu. Fakat duramıyordu. Durursa; ezilebilirdi.
Durursa; haksızlık edebilirlerdi. Durursa ona saldırabilirlerdi. Durursa
düşünebilirdi. Durup düşünürse; ne düşüneceğini bilemeyebilirdi.
Şehir ondan
bunu istiyordu. Şehir güvendi. Güvende olmalıydı. İzin yoktu.Duramazdı.
Kargamecmua/Ekim2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder