27 Aralık 2016 Salı

SEVGİLİ GÜNLÜK



      Biliyorum herkes sana böyle söylüyor ve biliyorum ki; herkesin sana bunu söylemesinden nefret ediyorsun. Sevgili günlük derken sana, yüzündeki ekşimiş ifadeyi görür gibiyim. Evet ben de sana herkes gibi seslenmiş olabilirim. Ama sana anlatacaklarım o kadar farklı ve o kadar özel ki...Sana kimsenin bilmediği bir cevherden konuşacağım, aklımın yüzlerce kat süzgecinden geçmiş mutlak doğru düşüncelerden, dünyanın en özel hislerinden, en derin sevgi ve hoşgörüden, mükemmellikten ve aslında her zaman iyi hissetmesem bile (yani bazen acı da çekebilirim)  dünyanın en anlamlı duygularından bahsedeceğim. ''Şimdi hatırladım'' dediğini duyar gibiyim evet o çocuk benim günlük, ne de güzel günlerdi değil mi Sevgili Günlük? 

        ''Sevgili Günlük. Bu gün yine çok mutlu uyandım. Gülümsemek benim kaderim galiba. Annem henüz uyanmamıştı. Melekler gibiydi.Uyandırmaya kıyamadım. Annemi çok seviyorum. O mükemmel biri. Okula geç kalmamak için banyoya koştum. 5 defa dişlerimi fırçaladım. 8 defa ellerimi yıkadım. 7 defa yüzümü yıkadım. Tertemiz oldum. Önlüğümü giyindim. Çantamı kontrol ettim. Ders kitaplarımı yerleştirdim. Ne kadar da sorumluluklarını bilen bir çocuğum. Okul o kadar güzel geçti ki; bu gün yine 3 tane aferin aldım. Aferin almak benim kaderim galiba. Derste hep arkadaşlarımın bilmediği şeylerden bahsediyorum. Hepsi beni kıskanıyor. (üstü karalanmış) Hepsi bana imrenerek bakıyor. Benim gibi olmak istiyorlar. Anneleri onlara hep beni örnek veriyormuş. Bazen kızıyorlar bana ama olsun ben çok anlayışlı bir çocuğum. Hepsi benim gibi bir çocuk olmak zorunda değil sonuçta. Güzel bir okul günü de böylece bitti. Eve geldiğimde anneannem beni karşıladı. Annem evde yoktu, ne kadar da çalışkan bir insan, hep bir şeylere yetişmeye çalışıyor. Babam zaten çok çalışıyor. Keşke bu kadar yorulmasaydı. Ama ne yapalım büyükler saygın olmak için çalışmak zorunda olabiliyorlar. Ben de babam gibi büyüyünce çok saygın, çalışkan ve mükemmel biri olacağım. Üzerimi değiştirip banyoya koştum 5 defa dişlerimi fırçaladım. 8 defa ellerimi yıkadım. 7 defa yüzümü yıkadım. Tertemiz oldum. Bu gün anneannem bana makarna yapmıştı, yemek için ona teşekkür ettim. Bana ''Aferin oğlum'' dedi. ''Ne kadar da mükemmel bir çocuksun'' dedi. Yemekten sonra 5 defa dişlerimi fırçaladım. 8 defa ellerimi yıkadım. 7 defa yüzümü yıkadım. Tertemiz oldum. Odama çekildim. Bütün ödevlerimi yaptıktan sonra 82 soru çözdüm. 32 sayfa kitap okudum. Sonra uykum gelmeye başladı. Ne kadar da mükemmel bir gündü. 5 defa dişlerimi fırçaladım. 8 defa ellerimi yıkadım. 7 defa yüzümü yıkadım. Tertemiz oldum.'' . 

        ''Nerelerdeydin'' diye sorduğunu duyar gibiyim günlük. Sana yavaş yavaş kendimi açmayacağım günlük. Birden bire bir itirafta bulunacağım. ''Zaten biliyorum'' dediğini de duyar gibiyim. Fakat yine de gerçeği anatmakta zorlanıyorum. Kendime torpil geçmeden duramıyorum. Bazen çok sıkılıyorum. Aslında şu anda yazmak falan istemiyorum. Televizyonun karşısına geçip saatlerce reklam izlemek istiyorum. Evin içinde boş boş dolanarak sıkılıyorum. Buzdolabında ne varsa yemek istiyorum. Manasızca etrafa bakınıyorum. Sanki gizlediğim iğrenç bir şey varmış gibi sürekli saklanıyorum. Yakalanmaktan çok korkuyorum. Biliyorsun, çocukluğumda sana her gün ne yaptığımı deflarca anlatmama hiç gerek yoktu. Bu yüzden sayfalarının arasına karbon kağıdı koymuştum. Çocukluğumdan beri sanki sakladığım o iğrenç şeyden ve beni bırakmayan boşluğumun yarattığı tiksintiden, karbon günlüklerimin arkasına saklanarak korundum. 


        Bazen saklanamıyorum günlük. Bu tiksinti beni felç ediyor ve hiç kıpırdayamıyorum. Halbu ki ne kadar kolaymış diyorum bazen, geçmişe bakıp da yapamadıklarım. ''Olsaydı yapardım aslında'' diyorum olsaydı yapardımlarla olmayan şeyleri yapabiliyorum günlük. Sadece olmayan şeyleri yapabiliyorum. Kendimden çok memnun görünsem de kendime çok kızıyorum. Kızgınlığım kabından taşarak dehşetli bir öfkeye dönüşüyor. Öfkem ruhumun geri kalan kısmını dövüyor. Kızgın olan kendimin savunmasız olan kendimi dövmesinden sonra, savunmasız olan kendimi koruyamamış olan kendimden hicap duyuyorum. Bu durum beni çok üzüyor, üzüntüm yoğun bir acıya dönüşüyor. Bu acı dışarıdan hiç anlaşılamıyor. Acı çekmek benim kaderim galiba. Anlaşılamayan acılar çeken ulvi bir varlık olduğumdan belki de saklıyorum acılarımı. Görüyorsun yine de gerçeği anlatamıyorum günlük. Kendime torpil geçmeden duramıyorum. Anlaşılamayan acılar çeken ulvi bir insan olduğumdan saklamıyorum acılarımı. Dışarıdaki insanlar tek düze ve bu acıyı anlayamıyorlar belki de. Çok anlayışlı bir insanım ben yine de kızmıyorum onlara. Herkes benim kadar farklı olmak zorunda değil sonuçta. Görüyorsun ya, yine de gerçeği anlatamıyorum. Kendime torpil geçmeden duramıyorum. Dışarıdaki insanlar anlamıyor değiller. Çok özel olmamdan dolayı da değil.
Acının tabiatı bu. Kimsenin acısı dışarıdan belli olmuyor günlük. 

       Aslında sana her zaman anlattığım gibi  iyi şeyler düşünemiyorum. Bazen geçmişe bakıyorum, bazen şimdiye, bazen geleceğe... Sinir oluyorum. Kafamın içinde dışarıdaki eksik insanlar hakkında durmadan konuşuyorum. Bana kendi eksiklerimi hatırattıkları için onlardan nefret ediyorum. Daha da nefret ediyorum, öfkeli olan kendim onları pataklamak istiyor bazı anlarda. Pataklayamadığım için daha da sinirleniyorum. Böylece içimi hırs ve kin kaplıyor. Bazen içimde düşmanca bir şeyler duyuyorum günlük. Bu düşmanca hisleri saklamak için sürekli gülümsüyorum. Her an ısırıp etini kopartabilecek gülümseyen vahşi bir hayvan gibi görünüyorum. Bazen dünyadaki herkesi öldürmek istiyorum. Böyle zamanlarda öldürebildiklerimi; salonumun ortasında gömdüğüm cesetleri düşünüyorum. Onları neden öldürdüğümü hatırlayamıyorum. Bazen de öldürdüğüme pişman oluyorum. Zira öldükten sonra iyi insanlar oluyorlar. İyi insanlar olsalar da salonun ortasına gömülü cesetlerini artık zeminden çıkartamıyorum. 
Ölümün tabiatı bu. Kimse öldükten sonra geri dönemiyor günlük. 

      Dünyadaki herkesi öldürmeye gücüm yetemeyeceğinden, 'kendimi öldüreyim o zaman' diyorum günlük. Böyle düşündüğümde; ne zaman ve nasıl öleceğimi çok merak ediyorum. Havalı bir şekilde ölenleri seyrediyorum, elinde bir kadeh şarap, bir şiir söylerken... Ya da gerçek bir kahraman gibi ölmüş olanlar da oluyor. Herkes bütün derin hislerini güzel bir biçimde ölenlere gönderiyor. Bazen hayal ediyorum günlük, bir şekilde ölüyorum. -Kaza eseri ve haksız yere, boşu boşuna ölmeyi tercih ederim. Geride kalanlarda daha çok acıma duygusu uyandırıyor, bir müddet sonra hiç hatırlamayacaklarsa da senden daha fazla bahsedebiliyorlar.-  Hayal ediyorum, boş yere ölmüş cesedimin cebinden bir şiir çıkıyor, ve gazetelerde o gece manşet olmuşum. Milyonlar benim için üzülüyor. İşte bu yüzden bir gün gidecek olma ihtimaline karşı, cebimde sürekli ''dünyada ölümden başkası yalan'' şiiri ile beni daha sempatik ve masum gösterecek küçük oyuncaklar taşıyorum. Bu kadar itiraf çok dehşet verici günlük, daha fazla dayanamam. Şimdi yeniden kendi karbon günlüklerime dönmeliyim. Sana anlattığım bu şeyler yakalansaydı ne kadar da rezil olurdum ve fakat hiç endişe etmiyorum. Birazdan seninle vedalaşırken yazdıklarımı kimsenin okumaması için yok edeceğim. 

Görüyorsun ya, ne yaparsam yapayım, gerçeği anlatamıyorum. Kendime torpil geçmeden duramıyorum.


Kargamecmua/Aralık'14

4 Haziran 2014 Çarşamba

ÇALIŞMA MASASI


Ellerini beyaz resim kağıdına yapıştırdı. Gözlerini kapadı, derin bir nefes aldı. Sol eliyle kalemliğe uzandı. İçinden gelen bir kalemi seçti. Eline mor bir keçeli kalem geldi. Derin bir huşu içinde kalemin kapağını açtı. Kalemi kağıda değdirmek üzereyken; birden durdu. Tek mor keçeli kalemiydi bu. Kağıdın tamamını mor keçeli kalemle boyarsa, tek olan mor keçeli kaleminin mürekkebi bitebilirdi.Vazgeçti. Çizmedi. Kalemi yerine bıraktı. Masasından kalktı. Odanın ışığını kıstı. Mutfaktan bir kadeh şarap getirdi kendine. Masanın başına oturdu.Şarabından bir yudum aldı. Darlandı. Derin bir nefes aldı. Radyoyu açtı, radyodan gelen piyano sesiyle ortam birden loş ve şiirsel bir havaya büründü. Birazcık rahatladı. Etrafına bakındı. Balkona açılan pencereye doğru yürüdü. Pencereden dışarı doğru kafasını uzattı. Balkona çıkıp muhteşem deniz manzarasına bakmaya karar verdi. Balkonun kapısını açtı. Muhteşem manzara, piyano ve bir kadeh şarap eşliğinde derin bir nefes aldı. Ve fakat nefesini veremedi. Kötü bir his terliklerinin altından bütün vücuduna yayıldı. Üç gündür yağmur yağmıştı, balkon leş gibiydi. Kafasındaki hallolunması gereken işler listesine bir kutucuk daha eklendi. Yarın temizlerim diye düşünürken kafası çoktan bulanmış, keyfi çoktan kaçmıştı. Vazgeçti. İçeri girdi. Masasına oturdu. Zihni nedense çok meşguldü. Elektriği idareli kullanmak, temizliği vaktinde yapmak, kedinin suyunu değiştirmek, ay sonuna kalacak parayı hesaplamak, evi havalandırmak, ütüyü fişten çekmek, evi hırsızlardan korumak, her gece kapının kilidini kontrol etmek, dikkatli olmak...Tüm bunları hiç durmadan yapmak karşılığında, ruhunun hemeostatisin o huzur veren denge dalgasıyla sarılmış olmasını diliyordu.
Ona biraz daha yaklaşmak için birazcık daha çabalaması gerekiyordu. Mesela, evini hırsızlardan korumak için geceleyin bir kaç kez uyanarak kapının kilidini kontrol edebilir ve böylece evine herhangi bir hırsızın girmediğinden emin olarak daha huzurlu ve rahat bir uyku uyuyabilirdi. Kapının kilidini her gece daha sık kontrol etmeye başladı. Daha rahat ve huzurlu bir uyku için yapmaya başladığı bu kontrolller, onu gecenin büyük bir kısmında uyanık durmak zorunda bırakmıştı. Yine de durumundan şikayetçi değildi. Güvenlik herşeyden önemliydi. Neredeyse başaracaktı. Daha iyi hissedecekti. Yazık ki; o gece şarabın etkisinden olacak, kilidi kontrol etmek için uyanamadı. Eğer dışarıdan gözlerini görebilseydi, gözlerinin sağdan sola durmaksızın hareket ettiğini farkedebilirdi.
Fakat o ancak sahilde duran çıplak ayaklarını görebiliyordu. Ayakları sahilde kendilerini karaya atmış balıklar gibi duruyordu. Suyun kenarında duran ayakları, sanki birazdan bir türden başka bir türe dönüşecek gibi biçimsizce duruyordu. Nitekim ayakları da başka bir türe dönüşecekmiş gibi birden doğruldu, tabanları üzerinde durdu. Neden sonra görüntü bozulmaya başladı. Bakışları ne zaman ki hareket eden ayaklarına odaklansa, ayak parmakları sağa ve sola doğru durmadan savruluyordu. Ayak parmakları gözlerini çok yormuştu.
Gözlerini biraz dinlendirmek için ufka doğru baktı. İleride bir kalabalık görünüyordu. Kalabalığa doğru yürüdü. Kalabalığa yaklaştıkça, kalabalığın bir çember biçiminde durduğunu farketti. Kalabalığın oluşturduğu çemberin yanına geldiğinde hernasılsa, çemberde tam kırk kişinin olduğu bilgisi kendisine vasıl oldu. Bir zaman çemberin yanında durdu. Olan biteni seyretti. Bu kırk kişilik çemberin ortasına her defasında dışarıdan bir kişi geliyordu. Ortada duran adama her biri, tek tek, tam kırk defa sadece ''deli '' diyorlardı. Çemberin içine giren her makul görünümlü kişi, bu durumun sonucunda sapıtmış bir biçimde çemberden dışarı çıkıyor ve koşarak uzaklaşıyordu. Bir anda kendini kalabalığın ortasında dururken düşündü, diğerleri gibi kaybolması an meselesiydi, dehşete kapıldı. Biran evvel buradan kaçmak istedi. Kalabalıktan bir kişi onu farkedince ''deli!'' diye bağırdı. Diğerlerinin dönüp bakmasına fırsat kalmadan hızla koşmaya başladı.
Tuhaf dedi kendi kendine böyle zamanlarda koşmaya çalışırken bacakları bir türlü ilerleyemezdi. Bu kez o kadar hızlı yol almıştı ki; kalabalık geride bir nokta kadar ufak görünüyordu.
Yine de korku ruhunu rahat bırakmıyordu. Üzerine bastığı bir dalın çıtırtısıyla irkildi, telaşa kapıldı. Yeniden koşmaya başladı. Koşarken burnuna yoğun bir kereviz kokusu geldi. Kerevizden nefret ederdi. Etrafına bakındığında bir kereviz tarlasının içinde olduğunu farketti. Kerevizin o tahammül edilemez kokusu sanki bütün vücudunu sarıyordu. Başına gelenler bir felaketi andırıyordu. Daha da hızlı koşmaya başladı. Koşarken ayakları birbirine ve yerdeki kerevizlere dolanıyordu. Tepenin başından koşarken birden dengesini kaybetti. Yokuştan aşağı her yanı kerevizlere bulanarak yuvarlandı.Her yanı kereviz kokuyordu. Kerevizden nefret ederdi.
Düştüğü yerin soluna doğru bir kaç adım ilerisinde büyük demir parmaklıklı bir kapı gördü. Demir parmaklıklı kapıya doğru yürüdü. Ne de olsa demir parmaklıklı kapılar pek tekin olmazdı. Bu yüzden içeri girmeden, önce kafasını içeri doğru uzattı. Üzerine saldıran kimse olmadı. Zemini kontrol etti, hiç bir tuzak yoktu. Kapıdan içeri doğru yürüdü. Çok yüksek duvarları olan kale gibi bir yere geldi. Duvarlarda meşhur psikiyatrist Kretschmer'in sterotiplerinin resimleri vardı. Resimlere dikkatle baktı, altlarındaki yazıları okudu. Piknik. Atletik. Astenik. Biraz daha ileride morfoloji haritaları, insan tür ve ırklarına ait sınıflandırılmış resimler, mizaç ve huy açısından ayrıştırılmış insan türü örnekleri yer alıyordu. Saf. Kadirşinas. Kurnaz. Resimlere baka baka, kalenin merkezindeki büyük eski binanın önüne geldi. Karşısında yine büyük bir demir kapı duruyordu. Bu kez büyük kapıyı hafifçe iterek içeri girdi.
İçeride büyük ceviz masanın etrafında tam on iki adam hararetle bir konuyu tartışıyor gibilerdi. Hallerinden sanki biraz da kızgın oldukları anlaşılıyordu. Yine de tartışmalarına ara vererek, onu güleryüzleri ve şapkalarıyla selamladıktan sonra hepsi aynı anda şapkalarını masaya bıraktı ve hepsi aynı anda misafirlerinin oturacağı yeri işaret etti. Neredeydi? Bu adamlar kimlerdi? O kimdi? Artık hiçbir şey hatırlamıyordu. Masaya doğru yürüdü. Masanın köşesindeki siyah mürekkep lekesinden bu masanın kendi masası olduğunu anladı. Üstelik kalemliği de masanın üzerinde duruyordu.Hiç bir şey söylemeden, kendisine işaret edilen sandalyeye oturdu.
Adamlardan biri, ''sizi bekliyorduk'' dedi. ''Daha önce oku...'' diğeri sözünü kesti: ''Benim hayatımı yargılamadan önce, Benim ayakkabılarımı giy ve benim geçtiğim yollardan, sokaklardan, dağ ve ovalardan geç.Hüznüacıyıveneşeyitatbenimgeçtiğimsenelerdengeçbenimtakıldığımtaşlaratakıl ya da... aman boşver ya!'' dedi. Bir diğeri ''Korkarım ki insanlar beni yanlış anlayacaklar'' dedi. Masanın üzerine çıktı. ''Benim kim olduğumu bilemeyecekler! Beni tam, tastamam, tamı tamına, tam manasıyla bilemeyecekler! İşte bundan çok korkarım!'' dedi. Kalemliğe bir tekme savurdu. Bütün kalemler etrafa saçıldı. Siyah sakallı olan diğer adam devrilen kalemliği yerine koydu. Kalemliğin içinde tek kalan mor keçeli kalemi gördü. Bir rahatlama hissetti. Rahat ve derin bir nefes alacekken, başka bir adam kafatasını öz ağzından kustu. Biri tırnaklarını kemirdi. Diğeri saçını yoldu.Şişman olan diğer adam tahtanın başına geçti. Bir kare ve bir karo çizmeye başladı. Kare ve karonun arasında daha sonra çizeceği şekilleri işaretleyerek geniş bir boşluk bıraktı. Şişman adam tek tek sordu: Soldaki şeklin ismi: ''Kare''. En sağdaki: ''Karo''. ''Biçimsiz misafirmiz tekrar söylesin'' dedi. ''Kare'' ve ''Karo''. Peki ya aradakiler? Kare karoya dönüşürken arada çizdiklerim? Yamuk bir Kare mi? Otuz derece kaymış Kare mi? Ya bu? Sola yatık bir Karo mu? Adam soruları sordukça gerçekten öfkeli ve hiddetli bir hal alıyordu. Bu manasız soruları neden ona soruyordu ki? Adam, ''Manasız ve isimsizdirler belki, belki de bir anlamları yoktur!'' dedi hiddetle. ''Bilinmez ve ürkütücüdürler hatta! Kavramı olmayan bir şey korkunçtur belki de. İşte benim gibi!'' diyerek pardesüsünü açtı görüntü o kadar da çirkin değildi, ve fakat gerçekten de manasızdı. Hiddetli adamın kocaman kıllı memeleri vardı. Uçlarından süt damlayan iri memeleri, hamile bir kadının memelerini andırıyordu. Biçimsiz ve küçük bir penisi de vardı aynı zamanda. Vücudu Kare ve Karo arasında adlandırılamayan biçimsiz şekillerin uyandırdığı hissi uyandırıyordu adeta. Bu manasızlıktan bir anda nefret etti, en çok da korktu. Bütün görüntü bu sahnede bir fotoğraf gibi donakaldı. Titremeye başladı. Sanki vücudunun bütün gözeneklerinden, bir elektirik akımı geçiyordu. Eğer dışarıdan tüylerini görebilseydi, tüylerinin nasıl da diken diken olduklarını farkedebilirdi. Fakat o ancak karanlık odasının loş tavanını görebilmişti.
Yerinde doğruldu. Kalktı. Kapının kilidini kontrol etti. Bir bardak su doldurdu kendine, bir yudum alacakken, bir anda sudan kerevizin o tahammül edilemez kokusu geldi. Vazgeçti. İçmedi. Kerevizden nefret ederdi.

7 Ocak 2014 Salı

ÖTEKİ CADDE


 Karanlık ve sessizlikten sonra beynin kıvrımlarında yaklaşık yedi saattir her şey kendi sakin rutininde akmaya devam ederken, bir saat geldi, saniye saniye akan zamanda bir an geldi ve bilinç hali ışıklı bir duş gibi H.'nin beyninin her yanına yayıldı. İçinden söylenirken, ayakları vücudunun gerilimine dayanamadı, yarı uykulu uyanık halde ayaklarıyla havayı dakikalarca tekmeledi. Gün ışığı gövdesindeki bilinci aydınlattıkça kalbi kaygının karanlığına gömülüyordu. Gündüz hiç de hazır olmadığı bir zamanda gelip çatmıştı. Gözlerini sıktı. Uyandığını reddetmeye çalışarak yorganın altına kıvrıldı. Derin derin düşüncelere daldı. Yorganın altındaki H. şimdi H. olmasaydı, başka kim olabilirdi? Başka biri olsaydı şimdi yorganın altında olmaz mıydı? Şu anda yorganın dışında başka bir hayatı olsaydı? Başka birinin bir günü ona bağışlansaydı? Bu gün yaptıklarından hiç haberi olmasaydı? Sadece bu gün kayda geçmeseydi? Ömrünün ortalama 21.347 gününden başka bu gün, yalnızca bu gün hiç hesabı yapılmadan verilmiş olsaydı? 
     
         Perma peruklu yargıç tokmağını bir kez masaya vurdu. H. nin burada ne işi vardı? Bu mahkeme salonuna nasıl gelmişti? Kafası karmaşıkarışıktı, sanki kafasında onlarca kişi vardı ve hepsi bir ağızdan durmadan konuşuyordu. Yargıç tokmağını tekrar masaya vurdu! 'Sessiz olun!' H. etrafına bakındı. Salonda kendisinden başka kimse yoktu. Yoksa salonda göremediği başkaları mı vardı? Yargıç kime sessiz olmalarını söylüyordu? 'Size söylüyorum H. konuşmalarınızı bitiriseniz kararımı açıklayacağım!' Yargıç hiddetinden dolayı yüzüne düşen permasını eliyle kaldırdı. Kararını açıklamak için derin bir nefes aldı. Demek ki H. içinden ne söylerse yargıç bunların hepsini duyabiliyordu. Az önce de peruğunun ne kadar komik olduğunu düşündüğünü de duymuş muydu? 'Evet H. duydum! Sizi bekliyorum!' 
H. içini hemen susturmalıydı, çok utanmıştı. Düşüncelerini sadece yargıçın söyleyeceklerine odaklamaya çalıştı.
'Sayın H., isteğiniz üzerine bu gün size ait olmayan ve başkasına ait olan bir gün. Yani sadece bu gün H. olarak kendi sorumluluğunuzda olmayacaksınız. Bu gün J. olacaksınız. J. olmak; H. olmamak demektir. J. olarak geçirdiğiniz bu gün yaptığınız bütün eylemler H.nin sorumluluğunda değildir. Bu günden sonra bir daha J. olamayacağınız için de ve aslında J. diye biri hiç varolmadığı için geçici benliğiniz olan J. ile yaptıklarınızın hesabı kimseden sorulmayacaktır.'

    J. başına gelenleri düşünüyordu. Karşısında komik peruklu bir yargıç, eliyle kapıyı işaret ediyordu. Bir mahkeme salonundaydı. Nefes alıyordu. Birden bire hayata atılmıştı. Her nasılsa bir günlük ömrü olduğunu hatırlıyordu.  Kendi kendine konuşurken gözleri yargıçın peruğuna takıldı. İçinden güldü, güldü, alay etti.
Bir anda yargıçın insanların düşüncelerini okuyabildildiğini düşündü. Fakat yargıç, J. nin düşüncelerine hiç tepki vermiyordu. Bir deneme yapmak istedi. Yargıça baktı ve içinden yargıça defalarca bağırarak hakaret etti. Yargıç hareketsizce J.nin yüzüne bakıyordu. Demek ki J. içinden ne söylerse yargıç bunların hiçbirini duyamıyordu.  
'Söyleyeceğiniz bir şey yoksa çıkabilirsiniz J.'
    
    Nereye gidecekti hiç bir şey hatırlamıyordu. Kendisi bir başkası gibiydi. Fakat aynı zamanda bir başkası da değildi. Aslında başka biri miydi? Parkta ayakkabı boyayan bir boyacı mıydı? Büfede döner kesen bir aşçı mı? Yoksa çok büyük bir şirketin patronu muydu? J. Kimdi? Ne için vardı? Ne yapmak için gelmişti? Kafasında H. adında birinin hayalinden başka hiç bir şey yoktu. Bir şeyler hatırlıyor gibiydi. Fakat ancak unutulmuş bir rüyanın parçaları gibi fotoğraflar beliriyordu sadece hayalinde. Yanılıyor muydu? Bilmiyordu.
   
    J. mahkeme salonundan dışarı çıktı. Ne kadar da tuhaf hissediyordu. Tam şu anda dışarıdan birisi onu nasıl görüyordu ise işte o olabilirdi. Belki çok güzel bir evi vardı. Belki istediği her şeyi yapma kudreti vardı. Belki çok özgürdü. Şimdi canı sıkılsa bu şehirden gidebilirdi. Belki hiç biri değildi. Çok dertliydi. Sanki elleri kolları bağlanmış gibiydi. Sahil boyu yürüdü. Evinin bahçesindeki kutuya çöp atan bir adam gördü. Adam çöpü attıktan sonra etrafı kollayarak, kaçarcasına yandaki eve girdi, J. adamı uzun uzun izledikten sonra, adamın girdiği evin asıl evi olduğunu farketti. Fakat çöpünü öteki bahçenin kutusuna atmıştı. Adamın kendi bahçesindeki çöp kutusu bomboştu. Öteki bahçenin kutusu ağzına kadar dolmuştu. 
    J. 'acaba?' dedi içinden, 'adamla konuşursam, benim neler yaşadığımı nasıl biri olduğumu tahmin edebilir miydi?'  Eğer adama adının H. olduğunu söyleseydi aslında adam onun J. olduğunu anlar mıydı? Adama kendini tanıttığında J. yahut H. demesinin adam için bir önemi olur muydu? 
'Merhaba ben J. Öteki Caddeye nasıl çıkabilirim?' adam elinde başka bir çöp poşetiyle J.nin sorusuna yüzüne hiç bakmadan 'şu yolun sonu'dedi. J. arkasından adamı izledi. Adam elindeki çöp poşetini bu kez de iki yan binadaki evin önündeki çöp kutusuna attı. Tekrar etrafı kolladı kaçarak kendi evine girdi.
   
    J. Öteki Caddeye yürümeye devam ederken önünde koca bir günün olduğunu farketti.  Kocaman, korkunç bir bütün gün! Ellerini cebine attı. Cebinde biraz para vardı. Cebindeki parayla şarap aldı. Öteki Caddenin sonundaki bankta şarabını içtikten sonra üzerine bir rehavet çöktü. Bir kaç saati kendini uyuşturarak geçirmeyi başardı. Etrafta pek insan yoktu. Biraz denizi seyretti, martıları, ağaçları,  parkta yürüyen bir iki kişinin konuşmalarını dinledi. Ne tuhaftı, birazdan bu gün bitecek ve J. sonsuza kadar kaybolacaktı. Acaba şimdi izlediği bu iki insan evlerine mi gidecekti? Evleri kaç odalıydı? Evlerindeki mobilyalardan memnunlar mıydı? Kavgalı oldukları bir arkadaşları var mıydı? Sabah uyandıklarında nasıl hissediyorlardı? Her sabah tekrar tekrar uyanmak nasıl bir histi? Ne tuhaftı, birazdan bu gün bitecek ve J. sonsuza kadar kaybolacaktı. Hayatında varolan tek şey buydu ve her nefes alışında bu gün birazcık daha bitiyordu. 
Cebinden saatini çıkardı. 5 saat geçmişti. 3 saat daha nasıl geçecekti? Kalbi, zamanın bir an önce geçip bitmesini isteyen ve geçen her 15 dakikada derin bir kedere boğulan iki ucun arasında bir sarkaç gibi salınıyordu.
   
      Zamanı nasıl geçmeliydi? Biraz yürürse daha mı iyi hissederdi? Yoksa önünden geçen insanlarla biraz sohbet mi etseydi? Şimdi lüks bir jakuzide keyif çatsaydı kalbindeki bu kederden kurtulabilir miydi? Doğa ile içiçe olmak daha mı iyi olurdu? Denize atlayıp oyuna son mu vermeliydi? 
J. içinden bu yaşadığının hiç adil olmadığını düşündü.Hiç bir hazırlığı olmaksızın, birdenbire olanaklar yumağının içine atılmıştı. 'Acaba' dedi içinden, 'J. olmasaydım mesela H. olsaydım?' Geçmişe dair bir izi olsaydı. Aynı davranışları tekrar tekrar yapmış olsaydı? Yaklaşık 14.576 gündür aynı duyguları tekrar tekrar hissetmiş olsaydı? Hayatı hakkında fazlaca tecrübeli olabilir miydi? Olanaklar içinden rahatlıkla seçim yapabilir miydi? Seçtiğinden dolayı içi rahat olabilir miydi?
  
      J. , J olarak ne yaparsa yapsın kazandığı bu bedava günün layıkıyla geçiremeyeceğini düşünüyordu. Yapacağı hiç bir şeyden emin olamayacağına göre; kalan zamanın bitmesini hiç hareket etmeden beklemek en iyisi olacaktı. Hiç bir iz, hiç bir yaşantı belirtisi bırakmamalıydı arkasında. Buraya gelenler bir zamanlar burada J. diye birinin yaşamış olduğunu anlamamalıydılar. Evet, en doğru yol bu olmalıydı. J. elindeki şarabın son yudumunu yere döktü. Şişeyi aldı. Ayağa kalktı. Şişeyi oturduğu bankın üç metre ilerisindeki küçük çöp kutusuna attı. Tekrar oturduğu banka geldi. Bankın önündeki küçük çöp kutusunu kontrol etti. Çöp kutusu bomboştu. 
Sessizce oturdu. Bekledi. Bekledi.
     
      H. o gün yataktan hiç çıkmak istemiyordu.Gördüğü tuhaf rüyayı hatırlamaya çalışıyordu.

16 Aralık 2012 Pazar

PARDON


“Batan taşın dalgalanan çemberinde, suyun dalgayla titreyen yüzeyinde,
Genişler hareket bir iki üç diye…”

Tavandaki pervane dönüyor, dönüyordu. Yan masada üç kişi konuşuyor sonra kahkaha atıyorlardı. Tekrar konuşuyor, tekrar kahkaha atıyorlardı. Karşı masada oturan adam elindeki gazetenin sayfalarını çeviriyor ve tekrar çeviriyordu.  Mutfağa açılan tezgâhta duran garson, tezgâhın üzerindeki bardağı alıyor, tekrar yerine bırakıyordu. Sonra tekrar alıyor, tekrar bırakıyordu. Dış kapıda duran garson kapıdan içeri bir adım atıyor ve dışarı çıkıyordu. Tekrar içeri ve tekrar dışarı... Mutfaktaki kadın poğaçaları bir dolaptan alıyor diğer dolaba bırakıyor; tekrar alıp tekrar bırakıyordu. Kasadaki görevli kasayı “çiling” sesiyle açıyor. Tekrar “çiling” sesi ile kapatıyordu. Tekrar açıyor, tekrar kapatıyordu.

Bir ordu ile birlikte uyandın, bir ordu ile birlikte yollara düştün. Ordu ile birlikte sınıflara doluştun. Ordu ile birlikte büyüdün. Ordu ile birlikte süslü kapılardan geçtin. Ordu ile birlikte binalara doluştun. Ordu ile birlikte çarkları çevirdin. Ordu ile birlikte çarkı çok sevdin. Ordu ile birlikte çarkı sen sandın.

Bütün cesaretini topladı. Uzun kahverengi saçını yanına atarak arkasına döndü.  “Pardon!” dedi.  Kimse onu fark etmemişti. Biraz sıkıldı. Biraz utandı. Sinirlendiğini zannetti. Etrafını kontrol etti. Herkes kendi işiyle meşguldü. Bu kez atlatmıştı. Rezil olmamıştı. Tekrar gücünü topladı.
“Pardon!”
Gazete sayfaları çevriliyor. “Çiling!”  Biri içeri giriyor. “Çiling!”  Poğaçaların yerleri değişiyor. “Çiling!”  Kasa açılıyor. “Çiling!” Kapanıyor. Çiling! Çiling! Çiling!

Birorduçarkilebirliktesüslükapılardançıktınotobüslerebindinyemekyedinacıktınduşaldınkirlendinuyudunuyandınçalıştınçabaladınyerleredüştün…

Kendi dışında her şey hareket ederken o duruyordu. Garsondan çay istemek için kafasında onlarca senaryo kuruyor; olası her tepkiye karşı cevapların provalarını yapıyor, bu esnada şekilden şekle giriyor fakat görünürde duruyordu. “Pardon” bu kez de fark edilmemişti. Bir kişi ile dahi göz göze gelememişti. Şimdi gerçekten sinirlendiğini zannediyordu. Burada birilerinden nefret etmesi an meselesi idi.

“Pardon dedim geri kafalılar! İnsan müsveddeleri, aşağılık, beceriksiz ve sefil yaratıklar! Pis temizlikçiler, garsonlar, sıradan memurlar, badem bıyıklı eşcinseller, sıkma baş uğursuzlar, okumayanlar, okuduğundan anlamayanlar,  aptallar, komplo teorisyenleri, faşistler, ırkçılar, örümcek kafalı solcular, cahil sağcılar, rezil milletler, eğlenmesini bilmeyenler, sanattan anlamayanlar, adi köpekler! Bok gibi para kazananlar, hayattan bihaberler! Parasız, pulsuz, insan müsveddeleri, Aptallar! Aptallar! Aptal Sürüleri!”

Çünkü insan zayıftı. Narin kolları ve bacakları vahşi doğadan korunmak için ona yeterli olamazdı. Birçok kol ve bacağı bir arada tutmalıydı. Vahşi doğanın saldırılarına karşı kendini korumalıydı.                                                                                                                              
Usulca ayağa kalktı. Bilhassa yüzündeki nazik ifadeye dikkati çekerek tezgâha yöneldi. Kafasını içeri doğru uzattı. Nezaket, korku ve nefret arasında bir tonda “Pardon, bir çay alabilir miyim?” dedi. Yanındaki kadını fark etmemişti. Kadın “Bir saniye ben de bekliyorum!” dedi. Ne yapması gerektiğini ona söyleme cüretinde bulunan bu gergin ses tonu içinde sakladığı öfkeyi birden bire ayağa kaldırdı.

Bir arada yaşamak zorundaydılar. Birbirlerini kollamalıydılar. Hep birlikte güven içinde uyumalı, hep birlikte uyanmalıydılar.  Hepbirlikteyanyanadipdibekafakafayadişdişekan.

Bir cümle ile başlayan bu işaret tarafların birbirlerini her seferinde daha fazla yaralamaya çalıştığı bir münakaşaya dönüşmüştü. Biri aşağılık, diğeri sefil bir yaratıktı. Biri çok başarılı bir avukat, diğeri çok başarılı bir mühendisti. Birinde bir algı problemi olmalıydı, diğeri ne konuştuğunu bilmiyordu. Biri yukarıda, diğeri aşağıdaydı. Biri aşağıda, diğeri yukarıdaydı. Bu esnada adam masada gazete kâğıtlarını çeviriyordu. Kadın poğaçaların yerlerini değiştiriyordu. Garson dışarı çıkıyor, içeri giriyordu. Çevredeki hareket bu münakaşadan hiç etkilenmiyordu.

Artık doğadan korkmuyor fakat kendi kendisinden korkuyordu. Kendi kendisiyle, kendinden kilometrelerce uzaklıkta olan kendisinden korkuyordu. Vah zavallıya…

“Kes sesini aptal!” Bir çırpıda söylenmiş bu hakaret, gurur çıbanının başına bir bıçak darbesi vurmuştu. İçinden bitmek bilmeyen bir irin seli boşalıyordu. Tezgâhın üzerinde duran poğaçayı kadının suratına fırlattı. Kadın da eline geçen çay kaşığını ona fırlattı. Karşılıklı olarak akan cerahat durmadan savaşıyordu. Sadece vurmak istiyordu. Gücü tükenene kadar, yıkılana kadar durmadan vurmak...

Ruhun seni terk edip gittiği zamanı hatırla. Geri dönerse onu kucaklayacak bir daha gitmesine izin vermeyecektin. Ve o gitmesine izin verdiğin bir zamanda geri geldi. Sonra gitti. Sen bilmedin. Tekrar geldi. Hiç zaman yoktu. Ve tekrar gitti.

Bu arzuyu tanıyordu. Trafikte sefil taksici onu sıkıştırıp öne geçtiğinde aynı duyguyu hissetmişti. Metroda kadın ayağına bastığında, karşıdan karşıya geçmek isterken araba durmadığında, metrobüsteki adam onu iteklediğinde, üst kattaki gürültü yaptığında, bakkal para üzerini eksik verdiğinde, siparişi geciktiğinde, köftesi soğuk, suyu sıcak, ayranı yavan geldiğinde aynı duyguyu hissetmişti. Onu tanıyordu. İçindekini biliyordu. Fakat duramıyordu. Durursa; ezilebilirdi. Durursa; haksızlık edebilirlerdi. Durursa ona saldırabilirlerdi. Durursa düşünebilirdi. Durup düşünürse; ne düşüneceğini bilemeyebilirdi.
Şehir ondan bunu istiyordu. Şehir güvendi. Güvende olmalıydı. İzin yoktu.Duramazdı.


Kargamecmua/Ekim2012

29 Haziran 2012 Cuma

İKİ MEVSİM



Şimdi gözlerini açabilirsin; burası yeşil bir orman. Sağ köşedeki güneş, yapraklar ve dallar arasından buraya süzülerek; sol köşedeki şelalenin zümrüt rengini ışıldatıyor. Şelalenin derinliklerinden gelen keman sesi seni sarhoş ediyor. Orada akan şey su gibi saf ve fakat daha gösterişli, yeşil, parlak ve lezzetli… Kayalar en saf cevher hallerinde;  lal, zümrüt, kuvars, zebercet, opal… Bembeyaz güllerin beyazı bildiğin beyazdan değil, gökteki mavi gördüğün mavi değil, buradaki sesler daha önce duyduğun sesler gibi değil.                                                       
Bu huzur ve mutluluğun içinde küçücük bir korku olabilir.                                                     Ancak…                                                                                                                               

“Sevgilim, ya sana bir şey olursa? Ya biz ayrılırsak? Ya ben sana bir hainlik işlersem? Ya birdenbire senden nefret edersem? Ya beni yersen, ya ben de seni öldürürsem?”
Ağaç yokken, çiçek yokken, toprak yokken, kedi yokken ve bir yıldız tozundan ibaretken her yer. Bir çocuk dünyaya geldi. Annesinin memesindeki pul biberi görünceye kadar her şey iyiydi. Meme hastalanıyordu. Çocuk hastalanıyordu. İnsanlar hastalanıyordu. Tekrar iyileşiyor. Tekrar hastalanıyordu. Her defasında iyileşiyor, sonra tekrar hastalanıyordu, sonra tekrar iyileşiyordu…
 Böylelikle çocuk büyüyordu. Etrafındaki insanlar çocuğu çok seviyorlardı. Ona sevgisini sunanlar, bazen birdenbire bu nimeti ondan esirgiyordu. Çocuk da sevgisini sunduğu şeyden bu nimeti esirgemeyi öğreniyordu. Bazen ona kötü davranıyorlardı. Çocuk da şeylere kötü davranmayı öğreniyordu. Bazen ondan nefret ediyorlardı.                                                                                                     
Çocuk da bazen onlardan nefret ediyordu.
“Opal kuvarsın bir çeşididir. Koşulsuz sevgi verme yetisine sahip olanlar tarafından kullanılmasına dikkat edilmelidir. Aksi halde; tarihteki gibi uğursuz taş olma özelliği açığa çıkabilir.”
Böylelikle çocuk adam oldu. Çok önemli makamlara geldi. Bazen kendini çok iyi hissediyor bazen de hırs ve kederden geberiyordu. Bazen evlat olurken; bazen hain oluyordu. Böylelikle çocuk adam oluyordu. Babası adam olan çocuğu çok seviyordu. Fakat bazen onun bacağını kırmak istiyordu. Adam da babasını çok seviyordu. Fakat bazen sırtını hançerle deşmek istiyordu.
Babası çocuğunun kendisine benzediğini görüyordu. Babası kendisinden korkuyordu. Bazen de çocuğundan korkuyordu. Çocuk bazen kendisinden korkuyordu. Bazen de yok etmek istediği babasından. Bazen babası onu yemek istiyordu. Bazen de çocuk babasını…                                            
Böylelikle yıllar, yıllar geçiyordu.
Kuşku, kulağıma sesler fısıldama artık korkuyorum senden. Sen saçsız, derisiz, dişleri bilenmiş vahşi bir canavarsın. Biri seni çuvalın içerisinde iki büklüm bir halde buraya getirdi. Korkunç fısıltılarınla damarlarımdan içeri girdin.
Kalbime yerleştin.                                     
Kalbim senin yüzünden sonsuza kadar aidiyetini arayacak ve onu hiçbir zaman bulamayacak. Ve ben hiçbir zaman ölemeyeceğim.

Son hançer darbesinin vakti gelmeden az önce çocuk babasına hain bir plan hazırladı. Plan başarıya erişti. Adam tuzağa düştü. Bıçaklar kollarından, bacaklarından, böbreğinden, kalçasından girdi. Son hançerin vakti geldi çattı. Çocuk hançerini kaldırdı.                                                                         
Adam arkasına baktı.             
“Sende mi Brütüs?” 
Ortalığı soğuk bir rüzgâr sardı. Hava buz kesti. Bu ihanete tanık olan herkes oracıkta donuverdi. Hiç biri çözülemedi. Hiç biri hiçbir zaman ölemedi. Adam son hançer darbesini sapladı.                            
 “Sen de mi…”  
Opal’in içindeki yılan açığa çıktı. Yılan herkesin gövdesine girdiği gibi çocuğun gövdesine de girdi. O büyüdükçe onunla birlikte büyüdü.Çocuk adam oldu. Yılan, yılan oldu.
“Fazilet, sen bir laftan başka hiçbir şey değilsin.”
Buranın bir orman olmadığını bilmelisin artık. Orada gördüğün gök mavi, dal sarı, göl yeşil değil. Buradan uçan son kuş, yerden fışkıran ateşin tesiriyle gözlerimizin önünde yandı. Önce tüyleri yandı. İşit. Derisi kızardı. Gör. Derisinin yağı eriyerek kaslarını ve iç organlarını pişirdi. En son iliği çürüdü ve kemikleri parçalanarak kül oldu. Her şey yerle bir oldu. Birdenbire oldu. Her yer safra, kan, balgam ve karanlık içinde kaldı. Bu gördüğün yerde ışık yok oldu. Artık bilmelisin ve artık işitmelisin:                                     
Burada her şey tersine döndü.                                                                                                     
Hayat bitti.                                                                                                                               
Ve birazdan, sana ilk verildiği zamanki haline dönüşecek…


Kargamecmua/Haziran'12









18 Nisan 2012 Çarşamba

KARANLIK ODA

Aylardan Haziran, sabah olmak üzere, gelmeme 82 sene var. Dört erkek çocuk ve dört kız çocuğu dünyaya gelecek ve kendilerini neyin beklediğini bilmeden büyüyecekler. Birbirlerinden habersiz bu bebekler, genç erkek ve genç kadınlar olacak. Oğlan çocuklarından biri yıllar sonra Antep’ten babaannesinin cenazesi sebebiyle Cidde’ye gidecek ve buradaki küçük kız çocuğunun artık genç bir kadın olmuş halini görecek ve onunla evlenmek isteyecek. Diğer kız çocuk halasının düğünü için İstanbul’dan Erzurum’a gittiğinde diğer oğlan çocuğunun annesi tarafından gelin alınacak. Bir diğer kız çocuğu, Roma’da, çocukluğundan beri aşkını sakladığı yavuklusunu askerden dönünceye kadar bekleyecek, sonra da evlenecekler. Bir çiftin sekiz çocuğu olacak içlerinden biri kız; diğer çiftin dört çocuğundan biri oğlan; sonraki kuşağın geriye kalan iki erkek ve iki kız çocuğu da çiftleştirilecek ve doğan torunlardan birisi kız çocuğu diğeri de erkek çocuğu olacak.

Aylardan Şubat, sabah olmak üzere, gelmeme 61 sene var. Dört çiftten çıkan iki çiftin kız ve oğlan çocukları birbirlerinden habersiz büyüyecek;  kız çocuklarından bir tanesi ile diğer çiftin oğlan çocuklarından bir tanesi birbirleriyle tanıştırılarak çiftleştirilecek.
Aylardan Eylül, gelmeme 42 sene var.

206 kemik, 6 litre kan, 47 litre su, 640 kas, 100.000 kilometre damar ağından oluşan annemin vücudunun içine milyonlarca sperm zerk olacak bunlardan sadece bir tanesi yumurtayla buluşacak. Rekabet, hırs, kazanç, düşmanlık, kayıp, doğum, doğmadan ölüm gerçekleşecek. Kendilerim ile çıktığım bu yarışta diğer kendilerim yarışı kaybedecek. Bir kendim yumurtaya ulaşmanın gururu ile yarışı kaybeden öteki kendilerimle alay edecek.

“Aslında kibar biriyimdir.” diyen bir ses işitti. Ya bensem O? Düşünen adam, karnı şişmiş kadının cesedini masaya yatırdı, neşterle yeryüzü katmanını kesti, sonra mantoyu ve sonra dış çekirdeği… Dış çekirdeğin içinde yatan kundağa sarılmış cenini icat etti.  Sonra ceninin kundağını makasla kesti. Kundağın altından bir göbek çıkmadı. Karaciğer çıktı. Böylece suratına kusan karaciğeri icat etti. Düşünen adam icatlarını anlatmak üzere toplantılara çağrıldı ve fakat hiçbir şey anlatamadı, zira hep soru sormak istiyordu. Buluşları saçma bulundu, sevilmedi, itelendi, yasaklandı. Toplantılara çağrılmaz oldu. Sonra unutuldu. Melankoli illetine tutuldu.

Aylardan Kasım, sabah olmak üzere, gelmek üzereyim. Kulak kemiğimden kollarım ve bacaklarım çıkıyor. Dışarı çıkınca bir sürü işim olacak. Yürümeyi ve konuşmayı öğreneceğim. İki kelimeli cümlelerden paragraflara geçeceğim. Durmadan konuşacak, durmadan yürüyeceğim. Defalarca kalkıp oturacağım. Tonlarca su içecek, kazanlar dolusu ekmek yiyeceğim.

İyileştikten sonra itibarını yeniden kazanmak için ceninin resmini çizdi. Cenin resminin tepesine bir balta çizdi cenin kıpırdadığı esnada, balta cenini gövdesinden ikiye ayırıyor böylece cenin hiç doğmamış oluyordu. Bu çizim krallar tarafından büyük bir beğeni ile karşılandı. Araştırmaları için önüne istemediği kadar ceset yığıldı. Cesetlerin etlerini kemiklerini birbirinden ayırdı. Karınlarını, sırtlarını, bacaklarını deşti. Köprücük kemiğine çıplak elleriyle dokundu, kuyruk sokumunda bulduğu üç kemik asrın buluşu oldu. Paylaşılamayan bir adam oldu. Krallar onu himayesine almak için savaşlar ilan etti.

Aylardan Temmuz, parmaklarımdaki kıkırdaklar yok oluyor. Ellerim gerçek bir insan eli oluyor. Yapacak çok işim var. Sayfalarca kitap okuyacak, yeni fikirler üreteceğim. Bu fikirleri yazmak için 12 milyon kilometre çizgi çizecek, insanların hayranlığını kazanacağım. Tıp, felsefe, mekanik ve matematik alanlarında yeni şeyler bulup insanları hayrete düşüreceğim. Çizimlerim elden ele dolaşıp herkes tarafından bilinirken, yılda 4.2 milyon kez gözlerimi kırpıştıracak, günde 23 bin kere nefes alacak, dakikada 3 milyon hücre üreteceğim. Bu hücrelerimden biri delirecek ve durmadan çoğalacak şekil değiştirecek, kendine yabancılaşacak ve dokularımı çürüterek, nefesimi tıkayacak ve beni yok edecek.

Böylece savaş devam ederken, vücudunun yarısı felç oldu, kestiği her ceset onu daha da üzgün ve hareketsiz bir adam haline getirdi. Yeni bir şey öğrendikçe hakikat ondan daha da uzaklaştı. Kafasındaki sorular kontrolsüz biçimde bölündü, burun deliklerine kadar indi, genzini tıkadı. Nefes almayı unuttu. Nefes almayı unutunca nihayet hakikati bulduğu için gülümsediği rivayet edildi. Ve fakat tam bu esnada kendisini toprağa, resimlerini sergi salonuna koydular. Sergi salonunda üzerine yığıldığı ceset resimlerinin önünde insanlar kırmızı şarap içti, binlerce kez nefes aldı, iki kez işedi, seksen üç kez yutkundu, birkaç kez hapşırdı, birkaç kez kalbi durdu, ürperdi, ne için ürperdiğini anımsayamadı.

Ve böylece savaş devam etti.



Kargamecmua/Mart'12_

2 Nisan 2012 Pazartesi

ENDİŞE-İ NİHAN

İnsanlar birbirinin aynısıdır. Kuşlar aynı şekilde uçar. Her gün aynı yerden doğup aynı yerden batar. Sirkadiyen ritim hep aynı dakiklikle işler. Biyolojik saatimiz aynı düzenle çalışır. Aynı duygu durumlarına aynı fiziksel tepkiler verilir. Farklı zannedilen mekânlar aslında objelerin yerleri değiştirilmiş birbirinin aynı yerlerdir. Farklı zannedilen insanlar aslında birbirlerinin aynıdırlar. Kadınlar hep aynıdır. Erkekler hep aynıdır. Hepimiz aynı bokun soylarıyız. Hepimizin köküne kibrit suyu… Kibrit suyu 50 derece sıcaklıkla reaksiyona girdiğinde hep aynı şekilde tepki verir.  Bunda şaşılacak bir şey yoktur.
Satürn’ün kısıtlayıcılığı can sıkıntınızı daha da arttıracak. Canınızın sıkıldıkça neden var olduğunuzu unutacaksınız. Unuttukça canınız daha daha çok sıkılacak. Gereksiz sorular kafanızı kurcalayacak.. Neden varsınız? Kimsiniz?  Bu tip sorular daha da can sıkıcı olacağı için yeni hobilere merak salın. 
Salı günü kendinize güzel bir roman alın. Bir oturuşta bitirin.
Bir oturuşta biter dediler, bin sayfalık roman aldım. Bir oturdum, iki oturdum, üçüncüde sıkıldım, romana bağlanamadım. “Benim niye hobim yok” dedim. Maket uçak aldım, kanadını takamadım. Gemiler boyadım. Gitar alıp çalamadım. Göbek yaptım, koşu bandı aldım. Olmadı. Bir otomobil aldım. Bağlanamadım. Sattım, başka bir otomobil aldım. Bağlanamadım. Olmadı, eve merak saldım,” tamam şimdi oldum!” derken gene olmadı! Bağlanamadım. Yüksek yaptım, doktora yaptım, makam yaptım, mevkii yaptım, resim yaptım, yemek yaptım olmadı. Hiç birinin bir anlamı yoktu. Saldığım merakın kesif kokusu ruhumu dumana boğdu.
Güneş bu ay Aslan Burcu’nda olacak, yaratıcı işler yapmanın tam zamanı fakat çevrenizden gelen bazı eleştirilerle karşılaşabilirsiniz. Bu eleştiriler sizi takıntılı ve her hareketini kontrol etmeye çalışan bir ruh hastasına dönüştürebilir.                                                                                                                                  
Oturduğunuz yerde sallanıp durmayın insanlar sizi deli zannedecek!
Yeşil bir gölette yaşıyordum. Hiçbir şey yokken, daha hiç kimseyi tanımamışken, hiç bir şey yaşamamışken. Uyurken, yerken, yürürken, akılma kimse gelmezken. Hiçbir yeri anımsamazken... Özlemezken. Nefret etmezken. Pişman olmazken. Henüz hiçbir hayvan görmemişken, hiçbir koku duymamışken,  hiçbir şarkı dinlememişken, üzüntü, sevinç, utanç yokken. Önce korku vardı. Karanlığın içinden bir yağmur sesi ile geçtim, düştüm.
Yalnızdım.
Bilmiyordum.
Korkuyordum.
Eski inanışlara göre ruhların kendisinden koptuğuna inanılan Zuhal Yıldızı bu ay Yengeç Burcu’na girecek.  Bu iki uçlu olayların yaşanmasına işaret eder. Hafta sonu hayatınızın fırsatı ile karşılaşabilirsiniz ya da başınıza büyük bir felaket gelebilir. Size hayat vadeden güç aynı anda kâbusunuz olabilir.                                                                                                                                           
Sevinçten havalara uçabilir ya da kedere boğulabilirsiniz.

Her gün yeni bir şey öğrendim. Okumayı, konuşmayı, yazmayı, yemek yemeyi, nefes almayı…  Bir önceki günden daha çok şey bildiğim için daha güçlü hissedeceğimi zannederken; öğrendiğim her yeni şey bilinmeyen bir ertesi beraberinde getirdi. Her gün. 
Her an yeniden doğarken; her an aynı anda tekrar öldü.
Öğrendim. Unuttum. Korktum. Merak ettim. Doğdum. Korktum. Merak ettim.




MART2012/MAHALLEBASKISI