16 Aralık 2012 Pazar

PARDON


“Batan taşın dalgalanan çemberinde, suyun dalgayla titreyen yüzeyinde,
Genişler hareket bir iki üç diye…”

Tavandaki pervane dönüyor, dönüyordu. Yan masada üç kişi konuşuyor sonra kahkaha atıyorlardı. Tekrar konuşuyor, tekrar kahkaha atıyorlardı. Karşı masada oturan adam elindeki gazetenin sayfalarını çeviriyor ve tekrar çeviriyordu.  Mutfağa açılan tezgâhta duran garson, tezgâhın üzerindeki bardağı alıyor, tekrar yerine bırakıyordu. Sonra tekrar alıyor, tekrar bırakıyordu. Dış kapıda duran garson kapıdan içeri bir adım atıyor ve dışarı çıkıyordu. Tekrar içeri ve tekrar dışarı... Mutfaktaki kadın poğaçaları bir dolaptan alıyor diğer dolaba bırakıyor; tekrar alıp tekrar bırakıyordu. Kasadaki görevli kasayı “çiling” sesiyle açıyor. Tekrar “çiling” sesi ile kapatıyordu. Tekrar açıyor, tekrar kapatıyordu.

Bir ordu ile birlikte uyandın, bir ordu ile birlikte yollara düştün. Ordu ile birlikte sınıflara doluştun. Ordu ile birlikte büyüdün. Ordu ile birlikte süslü kapılardan geçtin. Ordu ile birlikte binalara doluştun. Ordu ile birlikte çarkları çevirdin. Ordu ile birlikte çarkı çok sevdin. Ordu ile birlikte çarkı sen sandın.

Bütün cesaretini topladı. Uzun kahverengi saçını yanına atarak arkasına döndü.  “Pardon!” dedi.  Kimse onu fark etmemişti. Biraz sıkıldı. Biraz utandı. Sinirlendiğini zannetti. Etrafını kontrol etti. Herkes kendi işiyle meşguldü. Bu kez atlatmıştı. Rezil olmamıştı. Tekrar gücünü topladı.
“Pardon!”
Gazete sayfaları çevriliyor. “Çiling!”  Biri içeri giriyor. “Çiling!”  Poğaçaların yerleri değişiyor. “Çiling!”  Kasa açılıyor. “Çiling!” Kapanıyor. Çiling! Çiling! Çiling!

Birorduçarkilebirliktesüslükapılardançıktınotobüslerebindinyemekyedinacıktınduşaldınkirlendinuyudunuyandınçalıştınçabaladınyerleredüştün…

Kendi dışında her şey hareket ederken o duruyordu. Garsondan çay istemek için kafasında onlarca senaryo kuruyor; olası her tepkiye karşı cevapların provalarını yapıyor, bu esnada şekilden şekle giriyor fakat görünürde duruyordu. “Pardon” bu kez de fark edilmemişti. Bir kişi ile dahi göz göze gelememişti. Şimdi gerçekten sinirlendiğini zannediyordu. Burada birilerinden nefret etmesi an meselesi idi.

“Pardon dedim geri kafalılar! İnsan müsveddeleri, aşağılık, beceriksiz ve sefil yaratıklar! Pis temizlikçiler, garsonlar, sıradan memurlar, badem bıyıklı eşcinseller, sıkma baş uğursuzlar, okumayanlar, okuduğundan anlamayanlar,  aptallar, komplo teorisyenleri, faşistler, ırkçılar, örümcek kafalı solcular, cahil sağcılar, rezil milletler, eğlenmesini bilmeyenler, sanattan anlamayanlar, adi köpekler! Bok gibi para kazananlar, hayattan bihaberler! Parasız, pulsuz, insan müsveddeleri, Aptallar! Aptallar! Aptal Sürüleri!”

Çünkü insan zayıftı. Narin kolları ve bacakları vahşi doğadan korunmak için ona yeterli olamazdı. Birçok kol ve bacağı bir arada tutmalıydı. Vahşi doğanın saldırılarına karşı kendini korumalıydı.                                                                                                                              
Usulca ayağa kalktı. Bilhassa yüzündeki nazik ifadeye dikkati çekerek tezgâha yöneldi. Kafasını içeri doğru uzattı. Nezaket, korku ve nefret arasında bir tonda “Pardon, bir çay alabilir miyim?” dedi. Yanındaki kadını fark etmemişti. Kadın “Bir saniye ben de bekliyorum!” dedi. Ne yapması gerektiğini ona söyleme cüretinde bulunan bu gergin ses tonu içinde sakladığı öfkeyi birden bire ayağa kaldırdı.

Bir arada yaşamak zorundaydılar. Birbirlerini kollamalıydılar. Hep birlikte güven içinde uyumalı, hep birlikte uyanmalıydılar.  Hepbirlikteyanyanadipdibekafakafayadişdişekan.

Bir cümle ile başlayan bu işaret tarafların birbirlerini her seferinde daha fazla yaralamaya çalıştığı bir münakaşaya dönüşmüştü. Biri aşağılık, diğeri sefil bir yaratıktı. Biri çok başarılı bir avukat, diğeri çok başarılı bir mühendisti. Birinde bir algı problemi olmalıydı, diğeri ne konuştuğunu bilmiyordu. Biri yukarıda, diğeri aşağıdaydı. Biri aşağıda, diğeri yukarıdaydı. Bu esnada adam masada gazete kâğıtlarını çeviriyordu. Kadın poğaçaların yerlerini değiştiriyordu. Garson dışarı çıkıyor, içeri giriyordu. Çevredeki hareket bu münakaşadan hiç etkilenmiyordu.

Artık doğadan korkmuyor fakat kendi kendisinden korkuyordu. Kendi kendisiyle, kendinden kilometrelerce uzaklıkta olan kendisinden korkuyordu. Vah zavallıya…

“Kes sesini aptal!” Bir çırpıda söylenmiş bu hakaret, gurur çıbanının başına bir bıçak darbesi vurmuştu. İçinden bitmek bilmeyen bir irin seli boşalıyordu. Tezgâhın üzerinde duran poğaçayı kadının suratına fırlattı. Kadın da eline geçen çay kaşığını ona fırlattı. Karşılıklı olarak akan cerahat durmadan savaşıyordu. Sadece vurmak istiyordu. Gücü tükenene kadar, yıkılana kadar durmadan vurmak...

Ruhun seni terk edip gittiği zamanı hatırla. Geri dönerse onu kucaklayacak bir daha gitmesine izin vermeyecektin. Ve o gitmesine izin verdiğin bir zamanda geri geldi. Sonra gitti. Sen bilmedin. Tekrar geldi. Hiç zaman yoktu. Ve tekrar gitti.

Bu arzuyu tanıyordu. Trafikte sefil taksici onu sıkıştırıp öne geçtiğinde aynı duyguyu hissetmişti. Metroda kadın ayağına bastığında, karşıdan karşıya geçmek isterken araba durmadığında, metrobüsteki adam onu iteklediğinde, üst kattaki gürültü yaptığında, bakkal para üzerini eksik verdiğinde, siparişi geciktiğinde, köftesi soğuk, suyu sıcak, ayranı yavan geldiğinde aynı duyguyu hissetmişti. Onu tanıyordu. İçindekini biliyordu. Fakat duramıyordu. Durursa; ezilebilirdi. Durursa; haksızlık edebilirlerdi. Durursa ona saldırabilirlerdi. Durursa düşünebilirdi. Durup düşünürse; ne düşüneceğini bilemeyebilirdi.
Şehir ondan bunu istiyordu. Şehir güvendi. Güvende olmalıydı. İzin yoktu.Duramazdı.


Kargamecmua/Ekim2012

29 Haziran 2012 Cuma

İKİ MEVSİM



Şimdi gözlerini açabilirsin; burası yeşil bir orman. Sağ köşedeki güneş, yapraklar ve dallar arasından buraya süzülerek; sol köşedeki şelalenin zümrüt rengini ışıldatıyor. Şelalenin derinliklerinden gelen keman sesi seni sarhoş ediyor. Orada akan şey su gibi saf ve fakat daha gösterişli, yeşil, parlak ve lezzetli… Kayalar en saf cevher hallerinde;  lal, zümrüt, kuvars, zebercet, opal… Bembeyaz güllerin beyazı bildiğin beyazdan değil, gökteki mavi gördüğün mavi değil, buradaki sesler daha önce duyduğun sesler gibi değil.                                                       
Bu huzur ve mutluluğun içinde küçücük bir korku olabilir.                                                     Ancak…                                                                                                                               

“Sevgilim, ya sana bir şey olursa? Ya biz ayrılırsak? Ya ben sana bir hainlik işlersem? Ya birdenbire senden nefret edersem? Ya beni yersen, ya ben de seni öldürürsem?”
Ağaç yokken, çiçek yokken, toprak yokken, kedi yokken ve bir yıldız tozundan ibaretken her yer. Bir çocuk dünyaya geldi. Annesinin memesindeki pul biberi görünceye kadar her şey iyiydi. Meme hastalanıyordu. Çocuk hastalanıyordu. İnsanlar hastalanıyordu. Tekrar iyileşiyor. Tekrar hastalanıyordu. Her defasında iyileşiyor, sonra tekrar hastalanıyordu, sonra tekrar iyileşiyordu…
 Böylelikle çocuk büyüyordu. Etrafındaki insanlar çocuğu çok seviyorlardı. Ona sevgisini sunanlar, bazen birdenbire bu nimeti ondan esirgiyordu. Çocuk da sevgisini sunduğu şeyden bu nimeti esirgemeyi öğreniyordu. Bazen ona kötü davranıyorlardı. Çocuk da şeylere kötü davranmayı öğreniyordu. Bazen ondan nefret ediyorlardı.                                                                                                     
Çocuk da bazen onlardan nefret ediyordu.
“Opal kuvarsın bir çeşididir. Koşulsuz sevgi verme yetisine sahip olanlar tarafından kullanılmasına dikkat edilmelidir. Aksi halde; tarihteki gibi uğursuz taş olma özelliği açığa çıkabilir.”
Böylelikle çocuk adam oldu. Çok önemli makamlara geldi. Bazen kendini çok iyi hissediyor bazen de hırs ve kederden geberiyordu. Bazen evlat olurken; bazen hain oluyordu. Böylelikle çocuk adam oluyordu. Babası adam olan çocuğu çok seviyordu. Fakat bazen onun bacağını kırmak istiyordu. Adam da babasını çok seviyordu. Fakat bazen sırtını hançerle deşmek istiyordu.
Babası çocuğunun kendisine benzediğini görüyordu. Babası kendisinden korkuyordu. Bazen de çocuğundan korkuyordu. Çocuk bazen kendisinden korkuyordu. Bazen de yok etmek istediği babasından. Bazen babası onu yemek istiyordu. Bazen de çocuk babasını…                                            
Böylelikle yıllar, yıllar geçiyordu.
Kuşku, kulağıma sesler fısıldama artık korkuyorum senden. Sen saçsız, derisiz, dişleri bilenmiş vahşi bir canavarsın. Biri seni çuvalın içerisinde iki büklüm bir halde buraya getirdi. Korkunç fısıltılarınla damarlarımdan içeri girdin.
Kalbime yerleştin.                                     
Kalbim senin yüzünden sonsuza kadar aidiyetini arayacak ve onu hiçbir zaman bulamayacak. Ve ben hiçbir zaman ölemeyeceğim.

Son hançer darbesinin vakti gelmeden az önce çocuk babasına hain bir plan hazırladı. Plan başarıya erişti. Adam tuzağa düştü. Bıçaklar kollarından, bacaklarından, böbreğinden, kalçasından girdi. Son hançerin vakti geldi çattı. Çocuk hançerini kaldırdı.                                                                         
Adam arkasına baktı.             
“Sende mi Brütüs?” 
Ortalığı soğuk bir rüzgâr sardı. Hava buz kesti. Bu ihanete tanık olan herkes oracıkta donuverdi. Hiç biri çözülemedi. Hiç biri hiçbir zaman ölemedi. Adam son hançer darbesini sapladı.                            
 “Sen de mi…”  
Opal’in içindeki yılan açığa çıktı. Yılan herkesin gövdesine girdiği gibi çocuğun gövdesine de girdi. O büyüdükçe onunla birlikte büyüdü.Çocuk adam oldu. Yılan, yılan oldu.
“Fazilet, sen bir laftan başka hiçbir şey değilsin.”
Buranın bir orman olmadığını bilmelisin artık. Orada gördüğün gök mavi, dal sarı, göl yeşil değil. Buradan uçan son kuş, yerden fışkıran ateşin tesiriyle gözlerimizin önünde yandı. Önce tüyleri yandı. İşit. Derisi kızardı. Gör. Derisinin yağı eriyerek kaslarını ve iç organlarını pişirdi. En son iliği çürüdü ve kemikleri parçalanarak kül oldu. Her şey yerle bir oldu. Birdenbire oldu. Her yer safra, kan, balgam ve karanlık içinde kaldı. Bu gördüğün yerde ışık yok oldu. Artık bilmelisin ve artık işitmelisin:                                     
Burada her şey tersine döndü.                                                                                                     
Hayat bitti.                                                                                                                               
Ve birazdan, sana ilk verildiği zamanki haline dönüşecek…


Kargamecmua/Haziran'12









18 Nisan 2012 Çarşamba

KARANLIK ODA

Aylardan Haziran, sabah olmak üzere, gelmeme 82 sene var. Dört erkek çocuk ve dört kız çocuğu dünyaya gelecek ve kendilerini neyin beklediğini bilmeden büyüyecekler. Birbirlerinden habersiz bu bebekler, genç erkek ve genç kadınlar olacak. Oğlan çocuklarından biri yıllar sonra Antep’ten babaannesinin cenazesi sebebiyle Cidde’ye gidecek ve buradaki küçük kız çocuğunun artık genç bir kadın olmuş halini görecek ve onunla evlenmek isteyecek. Diğer kız çocuk halasının düğünü için İstanbul’dan Erzurum’a gittiğinde diğer oğlan çocuğunun annesi tarafından gelin alınacak. Bir diğer kız çocuğu, Roma’da, çocukluğundan beri aşkını sakladığı yavuklusunu askerden dönünceye kadar bekleyecek, sonra da evlenecekler. Bir çiftin sekiz çocuğu olacak içlerinden biri kız; diğer çiftin dört çocuğundan biri oğlan; sonraki kuşağın geriye kalan iki erkek ve iki kız çocuğu da çiftleştirilecek ve doğan torunlardan birisi kız çocuğu diğeri de erkek çocuğu olacak.

Aylardan Şubat, sabah olmak üzere, gelmeme 61 sene var. Dört çiftten çıkan iki çiftin kız ve oğlan çocukları birbirlerinden habersiz büyüyecek;  kız çocuklarından bir tanesi ile diğer çiftin oğlan çocuklarından bir tanesi birbirleriyle tanıştırılarak çiftleştirilecek.
Aylardan Eylül, gelmeme 42 sene var.

206 kemik, 6 litre kan, 47 litre su, 640 kas, 100.000 kilometre damar ağından oluşan annemin vücudunun içine milyonlarca sperm zerk olacak bunlardan sadece bir tanesi yumurtayla buluşacak. Rekabet, hırs, kazanç, düşmanlık, kayıp, doğum, doğmadan ölüm gerçekleşecek. Kendilerim ile çıktığım bu yarışta diğer kendilerim yarışı kaybedecek. Bir kendim yumurtaya ulaşmanın gururu ile yarışı kaybeden öteki kendilerimle alay edecek.

“Aslında kibar biriyimdir.” diyen bir ses işitti. Ya bensem O? Düşünen adam, karnı şişmiş kadının cesedini masaya yatırdı, neşterle yeryüzü katmanını kesti, sonra mantoyu ve sonra dış çekirdeği… Dış çekirdeğin içinde yatan kundağa sarılmış cenini icat etti.  Sonra ceninin kundağını makasla kesti. Kundağın altından bir göbek çıkmadı. Karaciğer çıktı. Böylece suratına kusan karaciğeri icat etti. Düşünen adam icatlarını anlatmak üzere toplantılara çağrıldı ve fakat hiçbir şey anlatamadı, zira hep soru sormak istiyordu. Buluşları saçma bulundu, sevilmedi, itelendi, yasaklandı. Toplantılara çağrılmaz oldu. Sonra unutuldu. Melankoli illetine tutuldu.

Aylardan Kasım, sabah olmak üzere, gelmek üzereyim. Kulak kemiğimden kollarım ve bacaklarım çıkıyor. Dışarı çıkınca bir sürü işim olacak. Yürümeyi ve konuşmayı öğreneceğim. İki kelimeli cümlelerden paragraflara geçeceğim. Durmadan konuşacak, durmadan yürüyeceğim. Defalarca kalkıp oturacağım. Tonlarca su içecek, kazanlar dolusu ekmek yiyeceğim.

İyileştikten sonra itibarını yeniden kazanmak için ceninin resmini çizdi. Cenin resminin tepesine bir balta çizdi cenin kıpırdadığı esnada, balta cenini gövdesinden ikiye ayırıyor böylece cenin hiç doğmamış oluyordu. Bu çizim krallar tarafından büyük bir beğeni ile karşılandı. Araştırmaları için önüne istemediği kadar ceset yığıldı. Cesetlerin etlerini kemiklerini birbirinden ayırdı. Karınlarını, sırtlarını, bacaklarını deşti. Köprücük kemiğine çıplak elleriyle dokundu, kuyruk sokumunda bulduğu üç kemik asrın buluşu oldu. Paylaşılamayan bir adam oldu. Krallar onu himayesine almak için savaşlar ilan etti.

Aylardan Temmuz, parmaklarımdaki kıkırdaklar yok oluyor. Ellerim gerçek bir insan eli oluyor. Yapacak çok işim var. Sayfalarca kitap okuyacak, yeni fikirler üreteceğim. Bu fikirleri yazmak için 12 milyon kilometre çizgi çizecek, insanların hayranlığını kazanacağım. Tıp, felsefe, mekanik ve matematik alanlarında yeni şeyler bulup insanları hayrete düşüreceğim. Çizimlerim elden ele dolaşıp herkes tarafından bilinirken, yılda 4.2 milyon kez gözlerimi kırpıştıracak, günde 23 bin kere nefes alacak, dakikada 3 milyon hücre üreteceğim. Bu hücrelerimden biri delirecek ve durmadan çoğalacak şekil değiştirecek, kendine yabancılaşacak ve dokularımı çürüterek, nefesimi tıkayacak ve beni yok edecek.

Böylece savaş devam ederken, vücudunun yarısı felç oldu, kestiği her ceset onu daha da üzgün ve hareketsiz bir adam haline getirdi. Yeni bir şey öğrendikçe hakikat ondan daha da uzaklaştı. Kafasındaki sorular kontrolsüz biçimde bölündü, burun deliklerine kadar indi, genzini tıkadı. Nefes almayı unuttu. Nefes almayı unutunca nihayet hakikati bulduğu için gülümsediği rivayet edildi. Ve fakat tam bu esnada kendisini toprağa, resimlerini sergi salonuna koydular. Sergi salonunda üzerine yığıldığı ceset resimlerinin önünde insanlar kırmızı şarap içti, binlerce kez nefes aldı, iki kez işedi, seksen üç kez yutkundu, birkaç kez hapşırdı, birkaç kez kalbi durdu, ürperdi, ne için ürperdiğini anımsayamadı.

Ve böylece savaş devam etti.



Kargamecmua/Mart'12_

2 Nisan 2012 Pazartesi

ENDİŞE-İ NİHAN

İnsanlar birbirinin aynısıdır. Kuşlar aynı şekilde uçar. Her gün aynı yerden doğup aynı yerden batar. Sirkadiyen ritim hep aynı dakiklikle işler. Biyolojik saatimiz aynı düzenle çalışır. Aynı duygu durumlarına aynı fiziksel tepkiler verilir. Farklı zannedilen mekânlar aslında objelerin yerleri değiştirilmiş birbirinin aynı yerlerdir. Farklı zannedilen insanlar aslında birbirlerinin aynıdırlar. Kadınlar hep aynıdır. Erkekler hep aynıdır. Hepimiz aynı bokun soylarıyız. Hepimizin köküne kibrit suyu… Kibrit suyu 50 derece sıcaklıkla reaksiyona girdiğinde hep aynı şekilde tepki verir.  Bunda şaşılacak bir şey yoktur.
Satürn’ün kısıtlayıcılığı can sıkıntınızı daha da arttıracak. Canınızın sıkıldıkça neden var olduğunuzu unutacaksınız. Unuttukça canınız daha daha çok sıkılacak. Gereksiz sorular kafanızı kurcalayacak.. Neden varsınız? Kimsiniz?  Bu tip sorular daha da can sıkıcı olacağı için yeni hobilere merak salın. 
Salı günü kendinize güzel bir roman alın. Bir oturuşta bitirin.
Bir oturuşta biter dediler, bin sayfalık roman aldım. Bir oturdum, iki oturdum, üçüncüde sıkıldım, romana bağlanamadım. “Benim niye hobim yok” dedim. Maket uçak aldım, kanadını takamadım. Gemiler boyadım. Gitar alıp çalamadım. Göbek yaptım, koşu bandı aldım. Olmadı. Bir otomobil aldım. Bağlanamadım. Sattım, başka bir otomobil aldım. Bağlanamadım. Olmadı, eve merak saldım,” tamam şimdi oldum!” derken gene olmadı! Bağlanamadım. Yüksek yaptım, doktora yaptım, makam yaptım, mevkii yaptım, resim yaptım, yemek yaptım olmadı. Hiç birinin bir anlamı yoktu. Saldığım merakın kesif kokusu ruhumu dumana boğdu.
Güneş bu ay Aslan Burcu’nda olacak, yaratıcı işler yapmanın tam zamanı fakat çevrenizden gelen bazı eleştirilerle karşılaşabilirsiniz. Bu eleştiriler sizi takıntılı ve her hareketini kontrol etmeye çalışan bir ruh hastasına dönüştürebilir.                                                                                                                                  
Oturduğunuz yerde sallanıp durmayın insanlar sizi deli zannedecek!
Yeşil bir gölette yaşıyordum. Hiçbir şey yokken, daha hiç kimseyi tanımamışken, hiç bir şey yaşamamışken. Uyurken, yerken, yürürken, akılma kimse gelmezken. Hiçbir yeri anımsamazken... Özlemezken. Nefret etmezken. Pişman olmazken. Henüz hiçbir hayvan görmemişken, hiçbir koku duymamışken,  hiçbir şarkı dinlememişken, üzüntü, sevinç, utanç yokken. Önce korku vardı. Karanlığın içinden bir yağmur sesi ile geçtim, düştüm.
Yalnızdım.
Bilmiyordum.
Korkuyordum.
Eski inanışlara göre ruhların kendisinden koptuğuna inanılan Zuhal Yıldızı bu ay Yengeç Burcu’na girecek.  Bu iki uçlu olayların yaşanmasına işaret eder. Hafta sonu hayatınızın fırsatı ile karşılaşabilirsiniz ya da başınıza büyük bir felaket gelebilir. Size hayat vadeden güç aynı anda kâbusunuz olabilir.                                                                                                                                           
Sevinçten havalara uçabilir ya da kedere boğulabilirsiniz.

Her gün yeni bir şey öğrendim. Okumayı, konuşmayı, yazmayı, yemek yemeyi, nefes almayı…  Bir önceki günden daha çok şey bildiğim için daha güçlü hissedeceğimi zannederken; öğrendiğim her yeni şey bilinmeyen bir ertesi beraberinde getirdi. Her gün. 
Her an yeniden doğarken; her an aynı anda tekrar öldü.
Öğrendim. Unuttum. Korktum. Merak ettim. Doğdum. Korktum. Merak ettim.




MART2012/MAHALLEBASKISI

29 Şubat 2012 Çarşamba

HÜSN-Ü TÂBİR

“Yedi ayrı çiçek var,
Hangisine benzersin?”

Parçalanarak değiştirmek ile parçalanmış kendini değiştirmek arasında bulunan delilik ve dâhilik çizgisinin karanlık dehlizlerinden içeri gir, soldaki sokakta yirmi metre ilerle. Çıkmaz. Zira bir öteki bulunmaktadır yolun sağında. Öteki, ekseriyetle empati eksikliğinden doğan biridir. İtelenmeye namzet kişidir. Benim dışımdaki herkestir. Tabirin güzeli ben söz konusu olursam geçerlidir. Filhakika benimle irtibata geçerken tabirinize dikkat ediniz. Doğrunuzu siyaseten ifa ediniz. Ben kim miyim? Sormadınız mı? Fakat hikâyenin devamını getirmem için kim olduğumu merak etmeniz elzemdi. Bu sebepten bunu geçiyor ve öteki hikâyeyi anlatıyorum.
Derken, ihtilal olur.

Klasik müzik, frak, beyaz şarap, papyon, topuz, göğüs dekoltesi ve taşlı avizeden bahsediyorum size, elbette tabir ediniz fakat dikkat ediniz atmosfere uygun olsun, la minör lütfen. 
Mutlak bütünlüğümle oraya gidiyorum efendim, sizi de beklerim. Nereye? Boşluğa. Öteki kendin, kendin bir de ötekinin hemhal olduğu yere.  Olmazsa; istediğim gibi olup olduğum gibi görünürüm. Doğru konuşurum. Siyaseten.     
Kimin mahkemelerinde?
               
İnsan Onu ne için döver? Ne için? Acı mı? Başparmağımdaki kesiğe bakamazken, şartlar ve koşullar gerektirirse, bıçakla Onun karnını deşebilirim. Ya bana saldırırsa? Saldırmasa da… Öylesine… Benim dışımdaki herkes. Körler, Topallar, Sağırlar, Kara Kürtler, Pis Araplar, Koca Götlüler! Rica ederim konuşmalarınıza dikkat ediniz. Neden?  Argo ve kaba sözcük kullanıyorsunuz, içinizdeki düşmanlığı fark edebilirler.
İçimdeki düşmanlığı mavi yengeçle besliyorum efendimiz.

Hepsi Efruz Bey’in başının altından çıktı. Yılana işi düşen bir çiftçinin telgrafı ortalığı karıştırdı. Ortalık adeta bir toz bulutuna büründü, göz gözü göremez oldu.  Ülkede anarşi hüküm sürdü. Kırk yıl bu böyle devam etti.  Mesih geldi. Sonra başka bir Mesih daha çıktı ortaya. Bir Mesih batıyı; öteki de doğuyu yönetti. Eyalet sistemini kurdular ve halalarının çocuklarını bu eyaletlerin başına atadılar. Ağzımızın tadı kaçmasın diye herkes ağız birliği yaptı. Kırk yıl bolluk ve bereket hüküm sürdü.
Derken, ihtilal oldu.

Yazdığı son paragrafı kaldırıp harfler ve sözlerle dolu ardiyeye kapattı. Kimsenin duymaması gereken kelimeler burada azap içinde asılı duruyordu. Oda her ihtilalde yok sayıldı. Fakat yeni paragraflar için tekrar tekrar açıldı. Kelimeler kokuşmaya başladı. Çürüyüp birbirleriyle kaynadı. Yara bere içinde kaldılar. Harfler ve sözler arasında cüzam illeti baş gösterdi.
Ardiye yeniden karantinaya alındı.  Kırk yıl sonra mecburiyetten yeniden açıldı.

Her kapının açılışında o kesif koku ortalığa yayıldı.

Kargamecmua/Şubat2012

11 Ocak 2012 Çarşamba

TAKSÎM

Sabah
A katmanı

Hava sıcak, içeriden üşüyor bedenim. Bir tepeden bakıyorum tabiata. Çekirge kanadı, cırcır böceği, sabah ezanı, saba makamı, çiseliyor yağmur, bel ve sırt bölgesinde bir uyuşma, ensenin sağ kesiminde karıncalanma, sol kolumda tüyler diken diken... Boz bir renk var gökyüzünde, pembe, turuncu böyle toprak rengi gibi mi? Hepsi birbirine mi karışmış da bir renk olmuş işte… Havanın kokusu her zamankinden daha yoğun, keskin… Boyum biraz daha uzamış. Toprak uyanmış, martılar gülmekten katılıyor. Bir kırkayak ahenkle yürüyor toprağın üzerinde, gün hamile, suyu geldi gelecek, sesi geliyor bir yerlerden. Yağmur yağıyor, toprağa değiyor. Nefes alıyorum.
Toprak kokuyor her yer.
Beşik
B katmanı

Doğdum. Üç gün aç bıraktılar. Böyle saçma şey mi olur canım? Çok kızdım onlara, bu yüzden üç gün boyunca hain planlar hazırladım, hepsini projeye dökerken, projeler yerlere saçıldı, etraf rezil oldu. Ortalığı toparlamak için yürüme ve konuşmaya ihtiyaç vardı, hepsini gerçekleştirmek çok masraflı olabilirdi. En tasarruflu yolu kullanarak, yeni tanıştığım bu insanları üç gün boyunca bokumdan mahrum ettim. Hepsi kahroldu. Üçüncü günün sonunda dayanamayıp meme verdiler. Saldırdım memeye, kana kana içtim. Boğazım sütle ıslanınca kıçıma yediğim şaplakları, çöpe yollanan göbek kordonumu, hep bir ağızdan konuşup kafa şişirmeleri, anlamsız bakışları ve üç günlük açlık eziyetinin hepsini unuttum. Yumuşadım birden, hepsini affettim.
Kalbimin yumuşamasının etkisi ile sıçtım. Kıçımın altına toprak döşediler, üzerini bezle sardılar. Kıçıma sarılan toprağa bir kırkayak karışmıştı; saatlerce havasızlık, pis koku ve rutubete direndi. Altımdaki toprağın alınmasını sabırla bekledi. Bez azıcık gevşeyince kıçımdan sıyrılıp kaçtı. Yeniden döşediler toprağımı, bezle sardılar, yeniden açtılar.
Sonra yeniden döşediler.


Gün                                                                                                            C katmanı
Sandığı yerinden aldı. Kara kaplı defterler, sarı sayfalar, dosyalar, kâğıtlar, tarihler, notlar, notlar… 
“Rahatsız bu kadın…” 
“Orhan’dan nefret ediyorum”
“İçim o kadar acıyor ki…” 
 “Rica etsem?”
 “Bakalım neler olacak?”
“Sevmiyorum seni artık”
“Ferdi’ye sevgilerimle…”
“Menekşe gözlerde vefa kalmamış”
“Görmedim ömrümün asude geçen bir demini”
Artık fazlasıyla asude geçiyordu günleri. Sanki hiçbir yerde yokmuş, Daha önceden hiçbir yerde olmamış gibiydi.
Hayal gibi, rüya gibi… Kâğıtlara baktı, baktı, baktı... Fazlasıyla ilgisiz ve donuktu. 
Tarihi ve saatiyle kaydedilmiş olaylar bir türlü gözünün önünde canlanmıyordu. Hafızasını yokladı. 
Sadece topraktan yapılmış bir bilye buldu. Burnunu yokladı. Bilyenin kokusu çıktı. 
Hiç ağlamadı.
 
Gece                                                                                                           D katmanı

Yıldızların altında, toprak damın üstünde, in cin top oynar, periler halaylara tutuşur, gözlerinden ateş saçan paşalar hatırına sofralar kurulur, cambazlar ip atlar, düzenbazlar ceplerindeki bütün paraları ortalığa saçar, gözlerinden ateş saçan paşalardan biri çorbasında kırkayak bulduğu için etrafa dehşet saçardı. Bu olayların hepsi arka fonda beyaz gömlekli adam ve kadınlardan oluşan koro eşliğinde, ben anamım beşiğini tıngır mıngır sallarken olurdu. Anam uyuduktan sonra, Emine’lere kahve içmeye giderdim. Alâeddin gelirdi yanımıza,  Kelile, Sinbad, Chuckie, Fredy Mercury… Devler ve cadıları da çağırırdık,  isimleri olmadığı için onları ıslıkla çağırırdık.  Hep birlikte oturur ruh çağırırdık. Gece vakti hepimiz sakız çiğnerdik. Üstü başı toz topraklı cesetler avuçlarındaki kırkayakları üzerimize silkelerdi. Kırkayaklar dile gelirdi.
Hikâyeler anlatılır, gün gelene kadar şarkılar söylerdik.
Gün gelir, “dağılın ulan!” diye bağırırdı.

Mezar
Son Katman
Dedikodu, medeniyet, haksızlık, tecavüz, kötülük, asalet, hainlik, talim, hırs, intikam, terbiye, kan. Parçalanmış eller, oyulmuş gözler, sarkan diller, çürümüş kemikler, anal, oral, fallik temaslar, yanmış et, paslanmış ceset, demir, azot, potasyum, karbon, oksit…
Akşam. Yeme ihtiyacı, güvenlik ihtiyacı, şefkat ihtiyacı, saygınlık ihtiyacı. Beğenilme arzusu. Cumartesi. “Arzu ve Lanetin Pornosu” adlı bir film izlemiş miydim hiç? İkindi. İçimdeki yüzlerce kişi konuşuyor, anlamsız ve korkunç sesler var. Pazartesi. Midem konuşuyor, bağırsaklarım, karaciğerim, gözüm, burnum, kulağım… Cuma. Durmadan konuşuyorlar, Salı.”R ve L Harflerinin Fonetiğindeki Dehşet” diye bir bilimsel çalışma yapılmış mıydı? Çarşamba. Bir kırkayak tırnağımı yiyor.
Son katmanda, sadece ben… Şimdi bana korkunç bir şeyler anlat, dişlerim sökülsün sıkmaktan, derimi yüzerken damarlarım parmaklarımdan sarksın, korkunç bir şeyler anlat, etlerimizi parçalayalım. İşte ben, mutlak çıplak, tertemiz, oksitlendim, parçalarıma ayrıldım, her zerrem azota batırılıp yağda pişirildi, tuzsuz fakat lezzetli, aynı sen.

Yoksa hiç kötülük yok muydu içimizde?


Mahalle Baskısı/Ocak'12