İnsanlığı etkileyecek olan cümle birilerinin onu bulmasını bekleyerek bir yerlerde duruyor olmalıydı. Fakat o şimdi ve burada duruyordu. Burası pek tenhaydı, yaprak dahi kımıldamıyordu. Tabiatı sevmiyordu. Herkesin kendisi gibi düşünmesini istiyordu. Ve fakat önce kendisinin ne düşündüğünü bilmesi gerekiyordu. Bir hafızası olmalıydı. Mesela çocukluğunda oynadığı oyunlar, gençlik arkadaşları, okul yılları, acı günleri…
Çocukluğumda buralarda balık yakalardık. Komşu, eş, dost hep beraber sinemaya giderdik. Bir sürü arkadaşım vardı. Evin önündeki parkta aptal oyunlar oynardık. Evimizin tam önünde aptal bir park vardı! Hepsinden nefret ediyorum! Bu hikâyelerin hepsi aptal yalandan ibaret… Yıllarca hafızamı bu olayların gerçek olduğuna inandırdım. Çarpıtıp yeniden yarattım. Artık sana yalan söylemeyeceğim Recai. Okul yıllarım falan olmadı. Olsa da yaşlandıkça unutabiliyordum. İlk aşkım liseli falan değildi. Cambridge’de edebiyat kürsüsünde hoca, bir profesördü! Profesörlük mezunuydu!
Kafam diye bir şey varsa, burası sis bulutu ile kaplı karanlık bir ormandı. Her tarafta kâğıtlar, kâğıtlar, sözler, sözler, hatta harfler, hatta harfler uçuşuyordu. Var olanı yeniden var etmek “dur bak nasıl yapacağım” demek için tonlarca enerji harcadım, elimde kalan sadece mide bulantısı…
Mide bulantımı değiştiremedim.
Durduğun yerden masayı oynatmak mümkündü. Hayır, asla mümkün değildi. Eşyanın tabiatı denen bir şey vardı. Akrep sokar, kelebek uçar, arı daralırdı. Tabi tabiat! Emredersiniz efendim! Beni sevin beni isteyin özgürce beni seçtiğinizi söyleyin hepsini kendiniz istiyormuş gibi yapın. Bütün bunlardan sonra insanlık ne yapmış olacaktı? Oh tanrım, sana şükürler olsun. İyi ki genetiği değiştirilmiş organizmalar var. İnsanlığı esir alan bu gürültü de nereden geliyor? Recai gene gaza geldik. İngilizce öğrenmem lazım. İngilizce hemen şimdi!
Satış, pazarlama konusunda deneyimli insanlar var. Kafamın içindeki kafeste dalaşıyorlar. Kafam denilen bir şey varsa özgür irade illüzyonu denilen bir şey de vardır. Yes sir! Burada tam bir doğa felaketi yaşanıyor. Tavukların derisi dümdüz olmuş. Artık “tavuk derisi” denilen tabir kullanılamayacak. Giderken aptal bir yazı yazdım: “ben gittiğimde siz çok uzakta olacaksınız beni aramayın.” Bu ben miyim? Yani her şey benim dışımda gelişiyordu. Uyandığımda olduğum yerde değildim. Hepimizi manipüle ediyorlar! Kaçın! Kurtarın kendinizi! Eh! Yeter be! Seninle mi uğraşacağım gece gece?
Tabiata olan nefreti onu omuz ağrıları ile baş başa bırakmıştı. Hüzünlü bir insan oluvermişti. Şair, şiiri beğenmemişti. Şair kendisininkinden başka kimsenin şiirini beğenmiyordu. Huysuz ve eleştirel bir yapının çelik ayaklarını tavana tutturan vidaların içine girdiği dübelleri temsil ediyordu. İki başlı bir canavar gibiydi. Kafası onunsa gövdesi onun olmamalıydı. Gövdesi onunsa kafası kesinlikle başka bir gövdeden koparılmış olmalıydı. İki uçluydu hikâyesi. Birini kendisi anlatıyordu. Konuşan kendisi olduğu zaman öteki kendisi başka bir kendisinden bahsediyordu. Hangisi kendi kendisiydi? Bunu hiçbir zaman bilemeyecekti. Hikâyesi sustuğunu sandığı yerde korkunç bir gürültü ile patlayacaktı.
Buldum! Bu gün günlerden Cuma! Aylardan Haziran, haftalardan Yılmaz! Bildiğin gibi değil. Göründüğün gibi değilsin. Bu sen değilsin. Değil sadece değilsin.
Nerdesin?
28 Aralık 2011 Çarşamba
4 Kasım 2011 Cuma
SEYYALÂT
İngiliz Kıraathanesi /Akşamüzeri
Kapı kapandı. Aydınlık bir yer, bir İngiliz Kıraathanesi burası. Reçelli kurabiyelerinden ısırırken dudaklarının kenarından kaçan kırıntıları ipekli mendilleriyle yakalayıp alaşağı eden İngiliz Asilzadeleri ağızlarındaki kurabiyeyi sütlü çaylarıyla yumuşatıyorlardı. Her bir masanın seçilmiş temsilcisi elinde “Okey İçin Dördüncü Aranıyor” yazılı pankartını taşıyordu. Kıraathanenin âdeti gereği, her saatin ilk beş dakikasında hep beraber masaya vurarak, yer yer vurgulu, yer yer coşkulu bir biçimde ilahiler söylüyorlardı. Adam, Bu Lord, Baron, Kont ve Konteslerin ne dediğini hiç anlamasa da onları hayran hayran seyrederken, kendini onlarmış gibi hayal ediyordu. Kendini hayaline fazlasıyla kaptırmış olacaktı ki; yüzünde onlarınki gibi, kibirli bir gülümseme belirdi. Aralarına karışıp söyledikleri şarkıya eşlik etmek istedi. Bu niyetle ‘A’ demek için ağzını ‘O’ şeklinde açmıştı ki; şarkıyı söyleyen herkes aniden sarsılarak delici bakışlarını adama yöneltti. Asilzadelerden biri “Şunun çamurlu ayaklarına bakın!” diye haykırdı.(Bariton-Lirik-Animato)
Adam, asilzadelerin delici bakışları altında ezilirken; samimiyetsiz bir gülümsemeyi eline alıp onlara fırlattı. Asilzadeler bu sahte gülümsemeyi gök gürlemesini andıran toplu bir kahkaha törenine çevirdiler. Hep beraber korkunç bir biçimde gülümsediler. (Konçerto Grasso)
Sonra tekrar sarsılarak bir anda sustular. Hepsi bir anda, adamı kıraathanenin ortasında bırakarak masasına çekildi. Okeye dördüncü bulamadıkları için, okey taşlarıyla ev yapmaca oynayan bu kalabalığın çıkardığı taş gürültüsünden dolayı salonda başka hiçbir şey duyulamıyordu. “Durun!” diye bağırdı adam, “Kimse kımıldamasın, çok korkuyorum!” . (Sessizlik)
Taş sesleri kesildi. Hepsi bunu neden yaptıkları hakkında hiçbir fikirleri olmaksızın olanca asaletleri ile aniden sarsılıp havaya baktı. Hiçbir şey kımıldamıyordu. Salonda dolaşan o kocaman karasinek dahi buradaki büyülü atmosferi baltalayamıyordu. Adam hızla tırnaklarını yerken bir yandan da salondakilere seslenmeye çalışıyordu:
“Hepinizden korkuyorum! Bakışlarınızdan, sözlerinizden, asaletinizden!”
Melodik sesi ile “Neden geldin?” dedi bir asilzade.
“Şemsiyemi unutmuşum, ondan.”
“Kaşların mı çatık? Yoksa bize kızgın mısın?”
“Yok, canım daha neler! Beni hiçbir şey kızdıramaz. Ha-ha-hı…”
“O halde vur beni” dedi aynı asilzade (Kurşuna Gerek Yok)
Bunun üzerine adam, bütün asilzadeleri, mümkün olduğunca parçalamadan, büyük lokmalar halinde, hatta bazı minyon tipli olanlarını tek parça halinde yedi. (Mersiye-Lamento)
Yediklerinin ağırlığı üzerine çöktü. Uyudu. Uyandığında çok fena çişi gelmişti.
Boşluk/Boşluk
Kapı hızla çarptı. Hafızasını yitirmişti. Bir mazereti vardı elbet fakat şimdi hiçbir şeyi hatırlamıyordu. Trafik mi vardı? Hasta mı olmuştu? Ruhu mu sıkılmıştı? Kalp çarpıntısı mı? Karın ağrısı mı? Kapı hızla çarparken o yoktu. O kapının çarpmış olduğu mekândan çok uzakta bir boşlukta asılı kalmıştı. Etrafındaki her şey yok denecek kadar yoktu.
Kapı önü/Son
Kapı açıldı, kapının tepesindeki zilden “çiling” sesi geldi. Ortalık adeta bir çöp yığınına dönüşmüştü. Göze göz ile dişe diş, kana kan, tar u mar, çin u maçin… Sözler birbirine girdiği için söyleyecek söz bulunamıyordu. Sessizce yürürken karşısına çıkan göle işemek üzere göle doğru eğildi, fakat yedikleri taş gibi midesine oturduğundan; eğildiği anda kendi ağırlığına dayanamayıp göle yuvarlandı.
Kapı Arkası/Başlangıç
Kapı kapandı. Sırtındaki on iki kilogramlık çantasının altında her zamankinden daha küçük bir halde duruyordu. İçindeki ses, neden geç kaldığı ile ilgili soru soran öğretmenine “yataktan çıkmak istemedim, sıcacıktı” demek isterken, içi bu sesi bastırarak ona “karnımda bardak gibi bir şey vardı, çok ağrıyordu, bu yüzden geç kaldım.” dedirtti. Çantası büyüdükçe, içi işte böyle, soru soran, rica eden, isteyen ve emredenler için sesini daha çok bastırdı.
Dışında her defasında başka bir ses belirdi.
Kargamecmua/Ekim 2011
12 Ekim 2011 Çarşamba
TİYATRODA DOĞAÇLAMA VE GETİRDİĞİM GEVİŞ
**Yazı, İstanbulİmpro’da yapılan Tiyatroda Doğaçlama ve İmpro çalışmaları ile ilgili olarak, Vücut Farkındalığı ile Pelvis Kası Çalışmaları ve Tiyatroda Doğaçlama İlkeleri çalışma deneyimleri ile alakalıdır. Doğaçlama; beden, uzam ve tüm insani kaynakları kullanarak, bir düşüncenin, durumun, karakterin (hatta belki bir metnin) tutarlı ve anlaşılır fiziksel ifadesini, tüm çevresel uyaranların etkilerini de katarak, spontan (şimdi ve burada) bir şekilde yaratmaktır. Bunun için bir doğaçlamacı (à l’improviste) gibi önyargılardan kurtulup, kendimizi sürprizlere bırakmamız gerekir. (Alıntı: Anthony Frost & Ralph Yarrow- Improvisation in Drama-2007)**
Uzan… Kalçanı sağa çevir, aynı esnada göz bebeğini sola kaydır. Kalçan sola baksın, gözün sağa, gözün sağa baksın kalçan sola.
Uzan… Kalçanı sağa çevir, aynı esnada göz bebeğini sola kaydır. Kalçan sola baksın, gözün sağa, gözün sağa baksın kalçan sola.
Şimdi dengele bakalım, dengeleyeme, gözlerin yaşarsın sonra. Bayrak sevgisi ile insan sevgisini dengeleyemediğini gör. Sevgi ile hürmeti , ‘hayır’ diyebilmekle dengeleyemediğini gör. Siyah nokta ile beyaz noktayı hiç yan yana koyamadığını gör. Denge kurmakta aslında ne kadar da darda kaldığını gör. Ya mutlak iyiyi ya da mutlak kepazeyi gör. Ya Tanrıdan yana ol ya da Şeytandan! Ara sıra ikisinden de hal hatır soramadığını gör. Öfken seni ziyaret ettiği vakit sanki hiç gitmeyeceğini zannettiğini gör. Coşku geldiği zaman hep katıla katıla güleceğini; acıkınca hiç doymaz, doyunca hiç acıkmaz sandığını gör.
Oysa hep doyduğun, sonra acıktığın, ağlayıp; güldüğün, nefret ettiğin, sevdiğin her defasında yeniden hissettiğin, sadece ‘O’ sandığın kendin; hepsinin muhtelif zamanlardaki bütünüydü aslında. Ve fakat saçını başını yoldun, hatalarına lanet ettin ki onlar; sola dönen gözbebeğinin içinde takdire şayan mükemmeliyetinle yan yana dururdu.
“Kendin İnanmıyorsan Boşuna Uğraşma”
Kafedeyim. Önümde masa var. Garsondan “bir kahve!” isteyeceğim. Oturduğum sandalyenin tek ayağı var, kıçımın yarısı dışarıda, kafası ve sol bacağı olmayan garson kulpu ve ağız kısmı kırık bardakla kahveyi döke saça getiriyor. Masanın yarısı yok zaten. Kulpu olmayan bardağı kulpundan tutmuş gibi yapıyorum. Kıçımın yarısı dışarıda değilmiş gibi, hiç tadını alamadığım kahveyi çok beğenmişim gibi yapıyorum. Yaşıyormuşum gibi yapıyorum. Kulpundan tutarmış gibi yaptığım bardaktaki kahvemi içerken kurduğum sahte dünya sandalyenin yarsından sarkan kıçımla birlikte girişken sandığım ruhumda patlıyor. İnanmadığım bu dünyaya davet ettiğim konuklar hiçbir şey anlamadan boş gözlerle bakakalıyor. Garsondan geriye bir bacak kalıyor. Ben, kırılan kahve bardağı, yerde titreyen garson bacağı, altımdan yok olan sandalye ve tek ayaklı masa ile bu sahte dünyanın ortasında kalakalıyorum. Garsonun bana servis yapacağına, bardağın içindekinin kahve olduğuna, kıçımın altında bir sandalye bulunduğuna bir türlü inanamamış olduğumu fark ettiriyor bana yıkılan sahte dünya. Oysa gözlerimi sıkı sıkı kapatmıştım. Haydi, sık kendini! Gör! Orada bir masa var! Var! Var! Var!
Meğer kabız olmuşum. İç dünyamın bağırsaklarında bir tutulma varmış. Tutulma tutulmayı doğurmuş. Tek yapmam gereken şey, bırakmakmış.
Bırak ya! Fark et, dinle birazcık!
Bekle o halde şimdi inanamıyorsan inana kadar bekle…
**Açıklama ve Çalışmalarla İlgili Ayrıntılı Bilgi İçin;
11 Ağustos 2011 Perşembe
AYNADAKİ HAKİKAT
“Ve etrafımdaki her şeyi sorgulamaya başladım.”
Annemin sesi ile uyanıyorum.
“Kimseye güvenme. Amcalar babanı tanıyorum derse inanma. Biri sana yiyecek bir şey verirse sakın alma. Olay mahallinde durma, şahit yazarlar.”
İlkokuldayken okul binasının üç metre ilerisindeki tuvalete gitmeye korkardık. Çünkü siyah çarşaflı bir kadın orada sürekli bizi bekliyordu. Bir anlık gafletimiz sonucu çalınmamız an meselesiydi. Bu sebepten tuvalete günde bir kez, en az dört kişi giderdik. Tuvalete gitmek bizler için ciddi bir sorun haline gelmişti. Üçüncü sınıftayken tuvalete birlikte gidebileceği birini bulamayan bir arkadaşımız kakasını altına kaçırmıştı. Öğretmenlerimiz arkadaşımızın altına kaçırarak bir davranış bozukluğu sergilediğini varsayıyorlardı. Oysa onun altına kaçırma nedenini biz biliyorduk. Kimseye söylemiyorduk. Neyse ki beş yıllık tahsilim süresince siyah çarşaflı kadın kimseyi çalmayı başaramamıştı. Fakat yıllarca beni tesiri altına almış müzmin kabızlık işte o kadının eseridir.
Benzeri durumlar her gelişim dönemimde farklı biçimlerde tezahür etti. Banyo yaparken bıçaklı adam perdenin arkasında sürekli beni bekliyordu. Yatağımın altındaki elin beni yakalaması an meselesiydi. Çevremdeki baskı ve tehditten kurtulamıyordum. Duvardaki kan, koynumdaki yılan kapıdaki yabancı, damdaki kemancı… Bir türlü peşimi bırakmadılar.
Yaşım ilerledikçe insanlık için daha önemli biri olmaya başlıyordum. Tarih sahnesinde eğer önemli biri iseniz düşmanlarınız da çoğalacak demektir. Hele ülkenin bütün istihbarat birimlerinin ne peşinde olduklarını biliyorsanız... Çok değil birkaç yıl sonra bütün planlarını altüst edecektim. Fakat benim gibi zeki birinin varlığını fark etmeleri çok zaman almadı. Artık sürekli takip ediliyordum. Hiçbir yerde güvende değildim. Evimde bile. Zira keskin zekâm sayesinde evin içinde dönen bütün dolaplardan haberdardım. Bir gün annemi yemeğin içine garip bir karışım koyarken yakaladım. Sinsice yanına yaklaştım. Ve “Ne yapıyorsun!” dedim. Kavanozun bir yana, annemin bir yana sıçraması hiç de normal değildi. Kavanoz yere düşmüş ve paramparça olmuştu. Kavanozun içindeki karışıma bakmak için eğildiğim an ensemde hissettiğim bir tokat tarafından durduruldum.
“Defol git başımdan! Bıktım senin saçmalıklarından!”
Gözlerimi kısarak başımı salladım ve anneme “Kimseye bir şey söylemeyeceğim, merak etme.” dedim. Fakat bu açıklamanın yeterli olmadığını ve annemin artık beni de öldürmek istediğini biliyordum. Zira onun kimi ne için zehirlemeye çalıştığını çözmüştüm. Babamı! Çünkü babam yıllardır Türkan Şoray’ ın peşindeydi. Sürekli onunla göz göze gelmeye çalışıyor, ne kadar güzel olduğunu söyleyip duruyordu. Annem önceleri durumun vahametinin farkında değildi. Gerçeği ona direkt söylemedim. İmalarım vasıtasıyla babamın kendisini sürekli aldatmaya çalıştığını anlamıştı. Zavallı babam hep başarısız oluyordu. Çünkü Türkan onunla sürekli dalga geçiyordu, O “Nerime” kod adlı bir Rus ajanıydı. Ve babamın hiç hesaba katmadığı bir şey daha vardı: Türkan lezbiyendi ve aslında bana âşıktı! Filmleri vasıtasıyla sürekli bana imalı bir şeyler anlatıp duruyordu. KGB tarafından benim için görevlendirilmişti. Fakat O kendi örgütüne karşı hain bir ajandı, beni dikkatli olmam için sürekli uyarıyordu.
Olaylar düşmanlarım için kontrol edilemez hale gelmeye başlamıştı ve hepsi birbirlerini yok etmeye çalışırken birdenbire bana karşı ittifak kurdular. Benden bir an evvel kurtulmaları gerekiyordu. Aşağılık planlarını benden saklayamıyorlardı. Çünkü benim için hiçbir şey göründüğü gibi değildi. Sonunda beni alt etmeyi başarmışlardı. Hunharca üzerime saldırdılar ve benden kurtulmak için kurdukları psikiyatri kliniğine götürüldüm. Düzmece doktorun düşmanlarımdan yüklü miktarda para aldığını hemen anlamıştım. O sadece bir maşaydı. O bile nasıl büyük bir güç tarafından kullanıldığını bilmiyordu. Hemen hakkımda bir psikopatoloji raporu yazmaya başladı. Bağımsız bir hekim gibi görünmeye çalışıyordu. Oysa ben istihbarat örgütünün ondan yazmasını istediği raporun dizlerinin üzerinde durduğunu biliyordum. Sürekli dizlerindeki rapora bakarak raporu kopya etmeye devam ediyordu.
Ve son hükmü yazdı: Paranoid Kişilik Bozukluğu!
Hah hah hah haaaaa!
Karanlık güçlerin oyunlarına alet olmuş düzmece doktor, zavallı annem ve babam kahkaham karşısında sadece bakakaldılar. Ve devamı tam tahmin ettiğim gibi oldu: Beni oraya kapattılar.
Dünyada benim gibi zeki ve kötülüklere karşı koyan insanların var olduklarını biliyordum. Zaman içerisinde işte bu kapatıldığım hapishanede onlardan birkaç tanesi ile tanışma fırsatım oldu. Sürekli fikir alışverişinde bulunuyorduk. Algılarımız devamlı açıktı ve hep kayıt halindeydik. Dünya kötülüklerle doluydu ve en yakınımızdaki insanlar dahi bu duruma çanak tutuyorlardı. Nasıl bir düzeneğin içersinde olduklarını bilmeleri gerekiyordu. Güçlü bir örgütlenmeye ihtiyacımız vardı. Güçlü bir örgütlenme için özeleştiriye... Bunu da yaptık ve kendimizi onların çağırdığı isimle anmaya başladık: Paranoyaklar!
Hapis hayatımız bittikten sonra tekrar biraya gelip ‘Milletlerarası Paranoya Örgütü’ (MPÖ) nü kurduk. Toplantılarımızda dünya üzerindeki siyasi, iktisadi ve hatta coğrafi olaylara yeni yorumlar getirerek gizli güçlerin oynadığı oyunlara dikkat çekmeyi amaç edindik. Halen bir araya gelerek çalışmalarımızı devam ettirmekteyiz. Ne yazık ki; sizlere nerede, ne zaman, nasıl ve kimlerle toplandığımıza dair en ufak bir ipucu veremem. Zira başımıza her an her şey gelebilir.
Ve Paranoyak olmamız takip edilmediğimiz anlamına gelmez.
12 Temmuz 2011 Salı
TEMKİN
“Ben yine o Ahmed’im, Hiç değişmedim.”
Sevgili anne, evet hala yatıyorum. Renkten renge girdim, duruldum. Kolumu kaldıracak mecalim kalmadı. Hayretler içerisinde etrafıma bakıyorum. Bununla da kalmayıp, zaman içinde hayata karşı buz kesildim, hiçbir şey yapmak istemiyorum. Okumayı öğrenemedim. Konuşmak dersen, yarım yamalak. Susamıyorum. Acıkmıyorum. Nefes almayı da unutuyorum bazen.
İşte bu yüzden çocukluğumdan bu yana sana benden haber veremedim. Bu esnada benden hiç kimseye haber veremedim aslında. Kimseye hallerimi söylemeye cesaret edemedim. Adımı dahi üç kişi biliyor, düşün artık.
Duruyorum.
Bu mânâda bir şiir:
Bir ben var benden içeri
Vurdun taştan taşa Leyla’m
Neyse, asıl maksadıma döneyim. Çok kilo aldım. Sanırsın ki topacım. Döndürüp duruyorlar. Duruyorum lâkin durduğum için mi duruyorum yoksa çok döndüğüm için mi durgun görünüyorum işte ben dahi bilmiyorum. Bu hâle varana kadar pek çok mertebeden geçtim. Kâh umutlandım, kâh hüzünlendim, bazen nefret, bazen sevgi ile doldum, bilgeydim anda, bazen de cahil…
Şimdi hatırlamıyorum, mertebeleri sana sırasıyla anlatamam. İlk önceleri bu mertebeleri kitaba yazmak için bir heves oluştu içimde fakat muvaffak olamadım. Bir mertebe esnâsında içimde kitap yazmaya dair bir ilham belirdi ve yazmaya koyuldum. Kendi hikâyemden esinlenerek bir adamın hikâyesini anlatmaya çalıştım. Lâkin adamın halet-i ruhiyesinde bir türlü karar kılamadım. Dolayısıyla hikâyenin asıl karakteri karaktersiz bir adam oldu çıktı. Ben de işin içinden çıkamadım. Her hâlden vazgeçtim.“Sanat sanat içindir.” kaygısını taşıyan bir sanatçı olarak empresyonist bir bakışla kitabımı tek cümle halinde sonlandırdım. Ve fakat kimse yemedi. Bu sayede “İkinci Gereksizler” adı ile anılan yeni bir edebiyat akımının öncüsü olma mertebesine nâil oldum.
Denemez.
Bu mânâda bir şiir şöyledir:
Çü, Devr-i Lale geldi çattı.
Ehl-i âsâbın kafası attı.
Neyse, işin hakikatini bu suretle yukarıdaki gibi işaret ettikten sonra bir ara kendi zamanımı görmek gayesiyle, ona uzaktan bakacak oldum. Başka bir deyişle, zamanımın üzerine çıktım. Sonrasında kontrolden çıktım. Hayli uzaklaşmış olacağım ki; zamana bakamaz oldum.
Hâsılı artık hiçbir değişme vuku bulmuyor.
Öte âlemde bir vâkâ cereyan ederse, kafama üç kez vurunuz.
Selamla,
Protokolümüz carî, abes-i iştigalimiz sârîdir.
7 Temmuz 2011 Perşembe
TELVİN
“Ey Tanrım, bana değiştirilebilecek şeyleri değiştirecek cesareti, değiştirilemeyecek veya değişmesine lüzum olmayan şeyleri kabul edecek kuvveti ve bu iki şeyi birbirinden ayırabilecek bilgeliği de ver.”
Oda loş, yataktan doğrulacak mecali yok. Pantolonu sandalyeye kemerinden asılmış, pantolona bakıyor. Kalkmak lazım. Üzerini değiştir. Yüzünü yıka. Dışarı çık. Yeni yüzler gör. Yeni sesler duy. Yeni insanlarla tanış.
Sosyal İlimler. Sosyal Fobi. Sosyal Risk. Sosyal Depresyon. Sosyal Anamız.
Sosyal İlimler. Sosyal Fobi. Sosyal Risk. Sosyal Depresyon. Sosyal Anamız.
Kalktı. Üzerini değiştirdi. Yüzünü yıkadı. Dışarı çıktı. Yeni yüzler gördü. Yeni sesler duydu. Tanıdıklarına günaydın dedi. Tanımadıklarıyla muhtelif yerlerde dialogları oldu. Bankaya vardı. Veznenin önünden iki saat içinde yirmi bir insan geçti.
Durdu.
Durdu.
Hak bir gönül verdi bana, hâ demeden hayran olur
Bir dem gelir şâdî kılur, bir dem gelir giryân olur.
Bir dem gelir şâdî kılur, bir dem gelir giryân olur.
Aydınlık odasında, günışığı yüzüne vurarak uyandırır onu. Her sabah vakur bir tebessümle uyanır. Hemencecik pantolonunu çeker. Yüzünü yıkar. Dışarı koşar. İçini oynak bir heyecan kaplar. Yeni yüzler görür. Yeni sesler duyar. Tanımadıklarıyla muhtelif yerlerde neşeli muhabbetleri olur. Şakalaşmalar, gülüşmeler… Bankaya varır. Ofisini koskocaman bir günaydınla doldurur. Veznenin önünden iki saat içerisinde güler yüzlü yirmi bir insan geçer.
Sosyal Bütünleşme. Sosyal Katılım. Sosyal Karışım. Sosyal Mani.
Hah ha ha ha!
Sosyal Bütünleşme. Sosyal Katılım. Sosyal Karışım. Sosyal Mani.
Hah ha ha ha!
Bir dem sanasın kış gibi, şol zemherî olmuş gibi
Bir dem beşaretten doğar, hoş bağ ile bostan olur.
Bir dem beşaretten doğar, hoş bağ ile bostan olur.
Hava yağacak gibi. Kesif bir koku var ortalıkta, bankaya girenlerin ıslanmış güderi kabanlarıyla ortam daha da ağır kokmakta. Üzerine bir ağırlık çöktü. Dünyadaki her şey bu kadar üzerine oturabilir mi insanın? Konuşsa söyleyemez. Söylese işitilmez. İşitilse dinlenmez. Dinlense anlaşılmaz. İyisi mi kıpırdamamalı.Zira neye elini atsa kuruyuverecek durduğu yerde.
Sosyal Dışlanma. Sosyal Pataloji. Sosyal Tutulma. Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu.
Sosyal Dışlanma. Sosyal Pataloji. Sosyal Tutulma. Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu.
Bir dem cehalette kalur, hiç nesneyi bilmez olur.
Bir dem dalar hikmetlere, Calinus’u Lokman olur.
Bir dem dalar hikmetlere, Calinus’u Lokman olur.
Oda belli belirsiz bir ışık içindedir. Belli belirsiz bir duygu içinde o da… Kararsızlık mı? Hayır. Ataletsizlik desen? Korku mu? Şöyle kalksa, sandalyede asılı pantolonuna uzansa, yüzünü yıkasa dışarı çıksa… Karşılaştığı her şey sonsuz bir şekilde dönüşüp değişse de o hiç aldırış etmese. Ofise girdiğinde “Mamafih Bankası’nı ve onun değerli müşterilerini teker teker öpüyorum arkadaşlar!” diyerek çok sevdiği işiyle vedalaşsa, şimdiye kadar ihmal ettiği bir arkadaşına ‘Patlıcan Oturtma’ yemeği yapsa, otobüse binerken önüne geçen kadını belinden çıkardığı oklavayla tartaklasa, otobüste arbede falan çıkarsa…
Sosyal Yetersizlik. Sosyal Dışkılama. Sosyal İçerleme. Sosyal Cinnet!
Sosyal Yetersizlik. Sosyal Dışkılama. Sosyal İçerleme. Sosyal Cinnet!
Bir dem döner Cebrail’e, rahmet saçar her mahfile
Bir dem gelir gümrâh olur, miskin Yunus hayran olur.
Bir dem gelir gümrâh olur, miskin Yunus hayran olur.
Aslında odanın karanlık olduğu ya da herhangi bir ışığın giriyor olduğu bilgisi yazar tarafından verilmemiştir. Yatan bir kişinin –ki yatakta olma ihtimali yüksek olduğu düşünülmektedir- sadece yatma eylemiyle ilgilenilmekte ayrıca bu durum tek cümleyle açıklanmaktadır. Burada empresyonist bir amaç güdülerek hikâyenin geri kalan kısmının okuyucu tarafından yorumlanması amaçlanmaktadır. Doğrusu bu boş amaçlarla kafa ütüleyen yazar, ihtimallerle baş edememenin yükünü okuyucuya yükleyerek kenara çekilmektedir.
“Yatıyordu.”
15 Haziran 2011 Çarşamba
YERLİ YERSİZ KONUŞMALAR
Herkesin dedeleri buraya bir yerlerden göç etmiş.
Buranın yerlisi Rumlar olmuyor mu?
Hayır, olmuyor çünkü İstanbul’un fethinden sonra buraya atalarımız göç etmişlerdir.
Ama asıl yerliler nerede?
Valla ben de göremedim.
Şu an İstanbul’da yaşayan çok az Rum var. Çünkü mübadeleden sonra hepsi göç etmiştir. Fakat şehri kim kurdu diyorsan işte onu bilmiyorum.
‘Megare Muhacirleri’ diyorlar ilk yerleşenler.
KızılderiliAmerikalıgibiiştebuAvrupalılarAvrupalılarmıamaartıkTürkiyesonuçtadünyadaherzamansavaşlaroluyorbirileribiryerlerielegeçirmekzorundasonuçtaİstanbuldaTürktoprağı…
Bence asıl yerlilerini bulmalıyız İstanbul’un.
Kırmızı, kırmızı, kırmızı, kırmızı, mavi, beyaz, yeşil, sarı, sarı. Rubik Küpü oluşturan parçalar (8! × 38) × (12! × 212) = 519.024.039.293.878.272.000 (yaklaşık 519 kentilyon) kadar farklı konuma getirilebilir. On ikide biri ulaşılabilir ise eğer… Sonsuz sayıda algoritma… Ölmeden çözebilirim belki de… Belki de çok kolaydır beklediği hamle. O kadar zor değildir meselesi. Belki yüzer yüzer de kuyruğuna gelirim ve fakat yeniden başa dönerim, hiçbir şey yapmamışım gibi. Geri dönerim olmazsa hiç yerleşmemişim gibi...
Doğru iz üzerindeyiz değil mi Erno?
Hayır.
Arjantinli Ortega Trabzon’daymış efendim. Ne işi var Trabzon’da! Hasan Üçüncü’yü çağırın bana Sürmene’den. Gözlerini ve burnunu çıkarıp afişe edin. Hasan’ı da Türk Biyologlarına teslim edin. İlk yarı bitmeden kırmızı kart alma şifresini DNA’sından silsinler yalnız. Bir de orta kulağındaki iltihabını temizlesinler, yürürken ona buna çarpmasın kopya Hasan’lar. Kırk tane Hasan üretsinler ilk merhalede, hepsini o Ortega olacak çolak çeneli yabancının üzerine salın. Bir Türk Dünyaya Bedel. Kırk Hasan Ortega’yı yer.
İlk hedefimiz yerli nükleer!
Vazelin’i getir Erno. Dönmüyor bu küp. Kırmızı, kırmızı, kırmızı, mavi, kırmızı, mavi, beyaz, yeşil, sarı, kırmızı. Basın yayını arayın. Vazelin’in kötü şöhretini bitirsinler.
Eski çamları çağırın. Dedem de gelsin. Buraların hepsi dedeminmiş Erno. Her yere dut ekmiş. Burayı ilk biz keşfetmişiz. Dutlar da öyle... Dutlar gitmiş. Bülbüller kalmış.
Kim önce bulduysa bir karış toprağı; tez zamanda dedesini çağırın. Yeri yerlisine verin.
Tel örgüyle çevreleyin. Kim kimin yerlisi bilinsin. Ötekine elleşmesin.
Kimse kımıldamasın!
Komiser Kolombo geliyor!
Sonra da dedim ki; “Siz Teksaslıysanız biz de Kasımpaşalıyız.”
“Tabii tabii, anlıyorum. Her şey çok açık.”
Da Vinci’yi çağır Erno. Tornavidasını alıp gelsin. Tanrı-manrı anlamam, parçalarım valla küpünü. Selam verelim dedik. Küpünü bırakıp toz oldu. Tanrı’yı da çağır gelsin Erno. Bir de Votka Portakal getir bize.
“Yalnız son bir şey daha var...”
Under my dick Novemberking! Hah ha ha!
Saat kaç Erno? Küpü elinize alalı ikiyüzkırsekiz yıl oldu efendim. Tanrı Atlantis’e gitmiş. Patronda sendikalı herhal, hemşerisini koriy. E, mal sahabı mülk sahabı hani bunun ilk sahabı?
Parçalanmıyor bu melun küp! Elime yapıştı, Erno!
Tanrı “beni beklemesin” dedi efendim. Kafası bozukmuş. “Bir süre görüşmeyelim. Ben seni ararım.” dedi.
Atlantis Yerlileri buradaydı demin. Gördünüz mü? Böyle kırmızı suratlı, kalın kaşlı, kepçe kulakları var, dişlek gibi ama değil de sanki... Bizim mahalleye gelsene yerse! Her malın bir yerlisi vardır!
Merhabalar, ben deniz bizim yerin malıyım. Müşerref oldum efendim. Ben de yerli yersiz coşan piyanistim. Hulusi Bey’i arıyordum. Benden Sürmeneli Hasan’ın burnu ve gözlerini istemişti. “Yerli Malı Yurdun Malı Herkes Onu Kullanmalı” afişi yapacaktı kendileri.
Takdim buyurun lütfen.
İSTANBUL’UN İLK YERLİSİ BULUNDU!
1950lerde İstanbul’a kalkıp gelenler göç edenler İstanbullu olamazlar.
Beni sorarsan 16.yy bugüne beş asırdı beş yüz küsur senedir ailem İstanbullu.
Arkadaşlar asıl yerlisi burada işte, bulunmuş!
“Neolitik dönemde ahşap ızgara üzerine yatırılmış iskeletin, Anadolu ve Avrupa’da bilinen başka bir örneği yok. Büyük kavimler göçü sırasında gelip yerleşmiş olabileceklerini de tahmin ediyoruz. Macaristan ve Orta Balkanlar’la karşılaştırmalarını yapacağız. Ancak netleşen en önemli sonuç; Yunanlıların, ‘İstanbul’u Yunanlılar kurdu’ tezi tamamen bitti.”
Yok canım. Bir yerin yerlisi olmak için orada en az bir asır yaşamış olmak gerekir.
Tabi canım, bu adam yerlisi zaten tamam işte.
Yok. Rumlar değil. Bu adam işte manav icat etmiş.
Manav dükkânı açmış kendinegelirgelmez.
Benim dedem de manavmış.
O zaman İstanbul’un ilk yerlileri Rumlar değil miymiş?
Erno, afişleri götür. Her yere as. Yüzbintontane küp dağıt herkese. Tarihi icat ettim az önce herkese söyle. Coğrafya da öğrensinler bundan böyle. Matematikti, fizikti ne varsa işte... Herkes çalışsın üzerinde akşama kadar çözsünler bu meseleyi. Tanrıya da söyle aramasın daha beni. Dut-ceviz yemeye gidiyorum. Dönmeyeceğim.
E, Oldu o zaman biz kalkalım.
31 Mayıs 2011 Salı
KONÇERTO DÊ KAKA
“Toplantı geç saatlere kadar birlik ve beraberlik havası içinde devam etti.”
-Dağılın, herkes evine!-
Kurgusal film ile belgesel arasındaki farkı sorduklarında aklıma ilk ne gelmişti? “Ne?” (e harfi söylenirken yavaşça aşağı düşer ve oturur). Sorular, kaygılar, eleştiri, kaygı, karın ağrısı, bok, püsür, bok. Kaka. Sabah kahvaltısından sonra yaktığın ilk sigara. Doktorlar kahvaltıda tahıllı yiyecekler yemeni öneriyorlar. Bir de aç karnına yoğurt yersen ilk sigaradan sonra günün ilk kakasını kesinlikle hiçbir şey tutamaz diyenler var. Yapmış biri. Öteki de diğerini... Bir sürü hazırlık yapıyorsun bunun için ve fakat ebeveynlerine armağan olarak sunduğun ilk kakanın yapışkan kokusunun esrarında olamıyor hiçbiri. Zira bir kez doğmak yetmiyor insana.
İlk kakan.
Yeşil renkli, akışkan.
Antonio Vivaldi. İlkbahar. Sonbahar. Allegro. Nereden geldi ki aklına Dört Mevsim’i yazmak? Acı mı yaptırdı bunu ona? Haz? Mutluluk? İlk mi? Son?
İlk. Son. İlk. Son. Doğum mu? Ölüm mü? Gelecek kaygısı, ölüm korkusu, karın ağrısı, bok, püsür, bok. Kaka.
Öldükten sonra gelen son kaka. Ölmeden evvel yoğurt yemezsem? Sigara içmezsem hiç? Çıkardığım son bok yaşar mı öylece bağırsağımda? Son kaka çıkmasa, midem hiç patlamasa, sonra iç organlarım dağılıp hamur kıvamına gelmese. Keşke hiç çürümesem.
Ah, son kakam.
Ölü bedenin anüse yaptığı son baskı.
Kalın ve ince bağırsağın son dansı.
Ne var ki; ilk kakanla son kakan arasındaki muhabbetten esinlenir ilkin ve sonun arasındaki meseleler. Ilık-sıcaktır ceninden çıkan ilk kaka ve de ılık-soğuktur cesetten çıkan son kaka. Ilık-sıcak ilkbahar, ılık-soğuk sonbahar allegro accelerando affetuoso agitato!
“Çizginin başlangıç noktası” dedi ilk için. “Bir mektup yazarsın, zarfa koyarsın, mektubun çıktığı yer, işte orası ilk” dedi Beduh. Beduh 2648. Posta Cini. ‘Mektubun çıkışı’ diyor; tohumun topraktan fışkırması gibi gürültücü ve ürkütücü, varış yolu akışkan ve de yapışkan, son ucu sessiz ve dikkatsiz. Ölüm gibi.
Ölümü sona mı sakladılar Beduh?
Toplantı bitti. Herkes gidiyor. Ne güzel eğleniyorduk ya işte. Yavruların uykusu gelmiştir. Kaç gün uyumadan ayakta durabilir ki kişi? Ve fakat bu benim katıldığım ilk toplantıydı. Olsun. Zaten her gün yeniden doğmak istiyor insan.
O halde söyle! Evliya Çelebi seyahate ilk nereye gitti? İlk yardım nedir? İlk telefon ilk nerede görüldü? Bizim ev değil miydi yahu? Konuşma! Yaz! İlk Türk Devletleri! İlk anneler günü ne zaman kutlandı? Hiroşima neresidir? Erkeklerin kadınların ilk neresine bakar? Kadınlar erkeklerin ilk neresini tutar?
Yaz! Cinsel ilişkide ilk gece!
“Ne?” (“e” harfi söylenirken aşağı düşer ve gider.)
nazlikalkan8@gmail.com
26 Mayıs 2011 Perşembe
ZERZEVAT
Kutup ayısı beyazdır. Gayet şişman ve de tıknazdır. Umursamazlığı ve bencilliğinin yanı sıra acil durumlardaki sükûneti takdir edilmesi gereken bir kişilik özelliğidir. Bilhassa matematik ve kimya ilimlerinde engin tecrübelerinden faydalanılmaktadır. Müzmin hipermetropi rahatsızlığından dolayı bazı bölgelerde -ki; bilhassa okuma yaptığı zamanlarda- gözlük taktığı görülmektedir.
Bir de aç olduğu zaman babasını bile takmaz.
Boz ayı bozdur. Burnu sivri, kulakları oldukça büyüktür. Son derece telaşlıdır. Dikkati genellikle dağınıktır. Kendisine bulaşılmayana dek genellikle barışçı bir davranış örüntüsü sergiler. Hoşsohbettir. Espritüeldir. Sert, haşin ve gaddar olmasının yanı sıra bazı durumlarda bilakis kibarlığıyla da dikkat çekebilmektedir. İyi dans eder, ısrar eder.
Bir de aç olduğu zaman babasını bile takmaz.
Adam kapıyı aniden açtı, “eşyanın tabiatı!” diye haykırdı. Toplantıdakiler telaşla kapıyı suratına kapattılar. Adamı yaka paça dışarı attılar.
Rengi değişenin tabiatı değişti, tabiatı değişenin rengi…
Renk ifadedir. Kırmızı ataklığı ve canlılığı ifade eder. Sarı en parlak renktir, zekâ ve pratiklikle ilgilidir. Yeşil sessizliği anlatır. Kavuniçi de bir şeyi ifade ediyordur kesin, şimdi hatırlamıyorum. Doğada her nesne rengi ile ifade halindedir aslında. Bu yüzden gök kırmızı, dal sarı, tarla yavruağzıdır mesela.
“Renksizlik renge esir olunca; Musa, Musa ile savaştı.”
Adam aniden bir kristal parçası aldı. Daha önceden icat etmiş olduğu el fenerini kristale tuttu. Ortaya altı renk çıktı. Kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mor, mavi (yüklemsiz tümce). Haftanın günleri yedi. Kaç nota var? Yedi. Düşünüyorum o halde varım? Efendim? Bu benim lafım değil. Edmond koş! Kilisenin uğurlu sayısı yedi! Valla sıçtın abi. Sıçtın mı? Yani. Yedinci rengi uydurmak zorundayız. Hay, bin atlı süvari! Orta kahve getir Edmond süvari olsun! Uyduruk renk ne olsun? Sıçtın Mavisi olsun.
Adam bir kristal parçası aldı. Daha önceden icat etmiş olduğu el fenerini kristale tuttu. Ortaya yedi renk çıktı. Kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mor, mavi, sıçtın mavisi. (argo ve kaba sözcük)
“Yine renksizlik geldi, tezat kayboldu, Musa ile Firavun bir oldu.”
Firüzağa’da kahve içtiler. Bir el tavla attılar. Eskilerden konuştular. Nil’in gülkurusu suyundan, kurbağa istilasından, çıban belasından bahsettiler. Rakı içip şarkı söylediler. Firavun sarhoş olunca çenesi düştü. Nil’in aslında yeşil aktığını, kendisinin yeşil dediğinin aslında belki de mavi olan fakat yazarın gülkurusu dediği renk olabilme ihtimalinin hala var olduğunu, hatta daha da ileri giderek belki de hiçbir yerde hiçbir renk olmadığını iddia etti. Bu gereksiz tartışma geç saatlere kadar devam etti.
Adam aniden kapının önünde oturdu. Bir sigara yaktı. İçine kapanmaya karar verdi. Ruhsal bunalıma girdi. Sonrasında sağlığına yeniden kavuştuysa da ilmi konulara bir daha asla ilgi duymadı.
14 Mayıs 2011 Cumartesi
HAZİN ŞARKI
Kar yağmamıştı henüz. Her mahallede bir milyoner vardı. Tüm mahalle milyonerleri Salı akşamları Milyoner Lokal’ de bir araya gelir mahalle baskısı yapardık. Radyoda Emel Sayın Elhan-ı Şita söylerdi. Her milyoner mahallesini renkten renge boyayıp bir diğer mahallenin üzerine bastırırdı. Renkler birbirine karışırdı. Karafakiden rakılarımızı koyar, ortaya çıkan ebruli baskıları seyrederdik.
Çetin vardı bizim, aşağı ki mahallenin milyoneri. Ayaklarını ikinci katının penceresine asar, ayaklarıyla mahalleyi seyrederdi. Genellikle de evden çıkarken pencerede asılı unuturdu onları. İşte bundan mütevellit hep ayaksız gelirdi mahalle baskısına. Çok hassas ve kabiliyetli bir arkadaşımızdı. Pek anlamlı güfte ve besteleri vardı. Ve fakat sanatçı ruhu onu bitmek bilmez bir talihsizlikler silsilesinin peşinde sürükledi.
Mahallenin en güzel kızı Süslü Mürgân’ a âşıktı Çetin. Kızın adını ‘Müjgân’ koymaya niyetlenmişler aslında lakin Mürgân doğduğu zaman, dönemin tek nüfus memurunun başını kaşıyacak vakti olmadığı için kafasındaki ‘J’ harfini kaşıyamamış. ‘J’ ‘R’ nin altında saklı kalmış. Bu yüzden isminin içinde ‘J’ harfi geçen dönemin bütün çocuklarının ismi ‘R’ harfi ile kalakalmış. İşte Çetin’in talihsizliği Mürgân için yaptığı şarkıyla başladı. Bir gün kızın önünde diz çöküp “Sazlıklardan havalanan bir ördek gibi sesin...” diye serenadına başlayınca Mürgân bir ördeğe benzetildiği gerekçesiyle kırmızı çantasını Çetin’in kafasına gömdü.
“Gittiniz, gittiniz ey mürgân,
Şimdi boş kaldı serteser yuvalar”
Şimdi boş kaldı serteser yuvalar”
Çetin bu acı olayın tesiriyle kör oldu. Ve elem içinde yaptığı “Manda yuva yapmış söğüt dalına” adlı şarkısı tarihin en saçma şarkısı olarak kabul edilince içki ve kumara vurdu kendini. Çok asabi ve huysuz bir adam oldu. Eski Çetin’i özler olmuştuk. Yaptığımız yemekleri beğenmiyor, izlediğimiz filmleri eleştiriyor, söylediğimiz şarkılardan nefret ediyor, her yerde müzik terörü estiriyordu.
Bir keresinde Mahalle Milyonerleri Lokalinde piyano başında Çetin’in “Manda yuva yapmış söğüt dalına” adlı eserini okuyordum. Şarkının tesiriyle kendimden geçmişim. O an Çetin’in kapıyı kırmasıyla piyanonun başına geçmesi bir oldu. Şuursuzca bağırıyordu. Bastonuyla piyanonun tuşlarına dokunan ellerimi dövüyordu.
“Çalmayın bu şarkıyı! Çalmayın! Çalmayın!”
“Gönül kapım açık çalmadan gir içeri.”
Başka çaremiz kalmamıştı. Sonunda Emel Sayın’ı kaçırmıştık. Emel Sayın bu şarkıyı söyleyince eski Çetin hemen geri geldi. Eski Çetin çok iyi niyetli bir adamdı. Mahalle milyonerlerine sabır ve inceliklerinden ötürü kendini uzun zaman borçlu, bazen de suçlu hissetti. Sanatçı kimliğiyle sayemizde barıştığı için, yeni bir güfte yapacağını, güftesini tüm yukarı ki ve aşağı ki mahallelere ithaf edeceğini söyledi. Yapma dedik.
Dinletemedik.
“Bizim mahalle aşağı ki mahalle
Sizin mahalle yukarı ki mahalle
Bizim mahalle goygoycu mahalle
Sizin mahalle yapıştır mahalle”
Şimdi talihin döndü Çetin!
Muazzam bir beste! Tılsımlı sözler! Hepimiz bu şarkının tesiriyle büyülenmiş gibi göbek atmaya başladık. Saadet sâri derler, anda her yanımıza bulaştı. Hemen bir saz ve söz grubu kurup hep birlikte şarkıyı ilden ile söylemeye başladık. Ben, Çetin, Emel Sayın, Fahriye Abla, Adile Teyze, Sarhoş Cemil, Elmalılı Hamdi, Keşanlı Ali, Kadırgalı Eşref, Şaban oğlu Şaban.
Şarkıyı dinleyen her kulak bir daha dinlemek istedi, söyleyen her dil bir daha söylemek istedi, bir daha, bir daha...
Şarkının şöhreti her yanı sardı. Beste fevkalâdeydi. Fakat nakarat kısmının güftesi hiç anlaşılmıyordu. Bu yüzden şarkının esrarına kapılan her kişi nakarat kısmını kendi bildiği gibi söyledi. Hiç hesapta olmayan bu durum Çetin’in ve bizlerin hazin sonunu getirdi.
Umumi ve gereksiz işlerle ilgilenen Heyet-i Umumi Hezeyanat tarafından Çetin’in aleyhinde açılan davada ahalinin “Ultra prima kaçtı kovala, takatukaları kaçtı kovala” gibi manasız ve gereksiz bir söz dizisi içinde boğuşmasına sebebiyet vermek suçundan müebbet mahbusiyetine karar kılındı.
Bir gecede mutluluğa paydos ettik. Yeşerecek bir dalımız kalmadı. Kimse bize her şeyin bu kadar hızlı olacağını söylememişti. Mutluluğumuzun bu kadar çabuk biteceğini bilseydik Milyoner Lokali’nde yaşadığımız her merhaleyi sene gibi yaşardık, bilseydik şarkıyı Zeki Müren gibi her kelimesinin, her hecesinin, her harfinin üzerine basa basa, ağzımızı aça aça, titreye titreye söylerdik.
Bilemedik.
Emel Sayın’ı saldık. Milyoner Lokali tarumar oldu. Hepimiz evlerimize dağıldık.
Çetin’in ayakları pencerede asılı kaldı.
9 Mayıs 2011 Pazartesi
SEYYAH
Hayatımın kırılma noktasını görebilmek için onlarca kitap okudum. Hiç biri hayatımı değiştirmedi. Günlerce film izledim. Sonra pencereden dünyaya baktım. Hayır, hiçbir şey fark etmemiş. Bahçedeki kör kedi hala ciğer arıyor. Alçak çöpçü yine bir tek benim kapımın önünü süpürmemiş. Beceriksiz çocuklar yakan top oynamayı öğrenememişler. Topu atıp hepsi birden kaçıyor sonra da gelmiyorlar.
Bir takvim yaprağında okumuştum, aksakallı dedeler geliyormuş birilerinin rüyasına ‘İşte Hayat!’ deyiverip gidiyormuş. Sonra da o zatın hayatı yeniden başlayıveriyormuş. Hatta elleri, ayakları, kafası bile başka oluveriyormuş. Pencereden dünyaya bakınca dünya bambaşka bir yer gibi görünüyormuş. Ben de bekledim. Gelmedi. Uyudum. Gelmedi. Sağa döndüm. Gelmedi. Sola döndüm. Gelmedi. Olmadı. Ne yaptıysam olmadı.
Dışarı çıksam da havamı alsam, parkta gazete unutmuştur birileri. Gazete okusam. Birileri yana yakıla beni arıyordur, belki ilan vermiştir. Okumazsam beni nasıl bulacak? Bulamazsa kederlenir, ağlar. Bulursa havalara uçar, sevinçten ağlar. Gazete ilanlarına bakmalıyım, hemen şimdi! Beklememeli daha fazla.
“Merhum Asaf Efendi’nin kerimesi Mevkıbe Hanfendi’nin 73. Cuması sebebiyle mevlidi Maçka parkı teleferiklerinde okutulacaktır. Katılım kontenjanlarla sınırlıdır.”
“Overlokçu, son ütücü, ilk parçalayıcı aranıyor.”
“Kimliğimi kaybettim. Bulana aşkolsun.”
“Satılık arsa. Üç tarafı denizlerle çevrili. Çok stratejik konumda. Kelepir!”
“Seyyah olabilirsiniz. Maceraya hazır mısınız? ”
Gene arayan soran olmamış. Seyahate mi çıkmalı? Uzun olmasa da kıyak bir yolculuk... Yeni bir şeyler olmalı, heyecanlı bir şeyler... Döndüğümde herkese anlatmalıyım ne yediğimi, ne içtiğimi, nereleri gezdiğimi, gördüklerimi… Bilhassa kendimi anlatmalıyım. Günlerce…
Nasıl bir insanım? Mutlu mu? Üzgün mü? Neşeli mi? Öfkeli mi? Düşünceliyim belki de. Belki de gamsızım. Hiçbir şeyi umursamam. Ya da günlerce düşünür kahrolurum. Kim bilir?
“Bak işte onu hiç sevmem, şuna dayanamam, buna bayılırım, ancak limonla ayılırım…” diyebilmeli. İnsan kendini bilmeli.
“Bıkmadınız mı hala? Hayatınızı değiştiriyoruz! Evinizin içinden alıyoruz! Beş günde kendinize gelin!”
Evet bıktım. Beş günde kendim bana gelirse, beni bulabilirim! Günlerce beni anlatabilirim. Şu kör kediden başlarım. Göremez ama iyi dinler hınzır.
Sonra çöpçüye çatarım. Neye kızdığımı, neden kızdığımı anlatırım. Sonra bakkala gider muhabbet ederim. Bakkalda tesadüfen iki kişi daha görürüm onlara da anlatırım beni. Onlar da ‘çok acayip insan’ diye arkadaşlarına anlatır. Sonra arkadaşları da beni dinlemek ister. Ben de anlatırım. Uzaklardan bir sürü adam gelir. Yine anlatırım. Herkesin beni dinleyesi gelir, ben de beni anlatırım.
“Hayatınızı değiştiriyoruz dedik ya! Hadi! Ne duruyorsunuz!”
Yeni bir hayata yelken açmak üzereyim. Kalem-kâğıt? Burada. Limon kolonyası? Burada. Tırtıklı cips? Burada. Tırnak makası? Burada.
Yolculuk vakti gelsin. Bir oda, bir kapı, pencere yok. Musluk, oturak.
1.GÜN
Çok güzel bir gün. Kedi ayak seslerimi duyamayınca kahrından ne yapacağını şaşırmıştır. Belki çöpçü de kapımı süpürmüştür. Kesin süpürdü. Hissediyorum. İlk günden hislerim kuvvetlendi. Çok iyi oldu bu yolculuk. Hıh. Aferin. Şöyle sırtını da yasla. Her şeyi de yazma şimdi. Olmaz. Her şeyi yaz ki anlatabilesin.
Başım kaşınıyor. Fark edebiliyorum. Kaşıdım. Kaşıntı geçmedi. Kakam geldi. Oturağım ilk siftahını yaptığı için çok mutlu. Bereket kapağı var, kokusu pek yayılmıyor. Yediğim ekmeğin kırıntılarını silkelemedim. Topladım, biriktirdim. Duruyorum. Pencerede olsaydım çocukların nasıl oynadıklarını görebilirdim. Belki yakan top oynamayı öğrenmişlerdir. Hatta benden bahsetmişlerdir belki de. Olsa da görse demişlerdir.
Gene kakam geldi. Yaptım. Kapağı da kapattım. Hava karamıştır artık. Belki gece olmuştur. Uykum gelecek mi acaba? Gelirse haber verir mi? Midem yanıyor. Açlığa alamet. Uykum haber vermedi ama ben uyudum.
2.GÜN
2.günün 2. gün olduğundan eminim şimdi çünkü 1 kez uyudum. 1 kez uyursan 2. gün olur. 2 kez uyursan 3. güne gelirsin. 5. kez uyursan olmaz, seyahatin bitmiş demektir.
Acıkınca midemin sızladığını 1. gün öğrendim. Ekmek yiyince de sızısı geçiyor. Sonra da kakam geliyor. Kakamı yaptım. Kapağı kapattım. Daha çok acayip bir şey olmadı ama dur hele bu gün 2. gün. Çocuklar ne yapıyordur acaba? Çöpçü beni aramaya çıkmış olmasın? Ya kör kedi yürürken karşısındaki duvarı göremez de kafayı kırarsa. Kesin vurmuştur kafayı. Ben yokken biçare kalmıştır orta yerde. Ölmezse, pek enteresan seyahatimden dönünce alacağım gönlünü. Kırdığı kafasını sarmalayacağım. Tuz basacağım yarasına. Tuz iyidir, yarayı tazeler. Oracıkta bir yarası olduğunu hatırlatır adama. Bunu da anlatmalıyım herkese bir sürü şey öğrendim şimdiden.
Tuz iyidir.
Alamet-i açlık geldi yine ama ben uyudum.
3.GÜN
Üşüyorum. Sol kolunun üzerine yatarsan kolunu kıpırdatamazsın. Ekmek yemezsen de kılını… Ekmek yedim. Kakam geldi. Yaptım. Bok kokusu sâriymiş. Her yanım kokuyor. Oturak dolmak üzere. Çocuklar ne yaptılar? Ne de güzel yakan top oynarlardı. O emektar çöpçü her yanı süpürür, pür pak ederdi. Hele o kedicik, ah o kedicik beni gördüğü yerde koşar gelirdi. Nasıl üzülmüştür yokluğumda. Benim adımla miyavlıyordur şimdi. Adım neydi ki benim? O biliyordu işte. Çıkınca soracağım. Adım neydi diyeceğim. O da söyleyecek bana adımı sonra bakkala gideceğim” merhaba” diyeceğim. Adımı söyleyeceğim. Sonra bir yazı asacağım kapımın eşiğine, “sevgili emektar çöpçü benim kapımın önünü de süpürdüğün için teşekkür ederim” diye yazacağım. En alta da adımı yazacağım hatta imzamı atacağım. Çocuklar beni adımla çağıracaklar. Her sohbette benim adım geçecek sonra, çok sevecekler adımı. Çocuklarına benim adımı koyacaklar. Evet, seyahatim bitince adım gelecek, beni soracak. Sonra seyrana çıkacağım, adım kolumda…
Kakam geldi, oturak dolu. Lavaboya sıçılmaz.Uyuyacağım.
4.GÜN
Lavaboya sıçılır. Musluğunda kıçını yıkarsın hatta. Oturak taşarsa görürsün.
Ellerim bir görünüp bir kayboluyor. Tabi, değişecek olan şey kaybolur. Bulaşık yıkarken de öyle olur ya. Kirlenir, başka bir şey olur. Adını unutur. Tabak tabaklığından usanır. Suyun altında iki elinin arasında evire çevire yıkarsın. İşte o sırada görünmez olur. Sonra yeniden dirilir. Tabak olur.Tabak olayım ben de. Kaybolayım sonra yeniden görüneyim. Herkes görsün beni. Kedi de görsün. Yakan top da bana değsin. Çöpçü de bana selam etsin. Bakkal “başka bir şey lazım mı?” desin.
Artık sıçmak istemiyorum. Ellerim gelmedi daha, donumu indiremiyorum. Kıçım da kaybolsa… Oturmak istemiyorum. Bacaklarım da gitti. Gelirler belki.
Yat, uyu.
5.GÜN
Belki yoktum. Hiç olmadım, yeni geleceğim. Belki gelmeyeceğim. Belki hep vardım. Belki havaya karışırım bu gün. Gaz olurum. Bu kokuyla olsam olsam karbon gazı olurum.
Sanırım sadece kafam kaldı burada. Birkaç saat sonra dışarıda olacağım. Bereket kakam gelmedi. Kafam da gidecek ve artık gelmeyecek. Kör kedi bekleyip bekleyip gitmiştir. Çocuklar oyun oynamaz artık. Çöpçünün burnu havadaydı, zaten güzel süpürmezdi sokakları. Süpürmesin artık. Uyumayacağım.
Seyahat kendini bitirmedi. Yokum şimdilik. Belki var olurum yeniden. Kör kedi olurum, çocuk olurum. Belki de çöpleri süpürürüm. Çöpçü olurum.
Her an yeniden gelirim belki.
26 Nisan 2011 Salı
SIRR-I EHVEN-İ ŞERREYN
Buzdolabında muhteşem bir muhallebi kâsesi var. Az önce iki tane daha yemiştim. Üçüncüyü istiyor canım. Televizyonda ‘Susam Sokağı' oynuyor. Annem merdanelide çamaşır yıkıyor. İçimde bir gerilim müziği çalıyor. İki yol var önümde... Buzdolabından muhallebi kâsesini çalsam? Yok. Olmaz. Otur. Televizyon seyret. Şöyle arkadan dolansam, anneme görünmeden, buzdolabından muhallebiyi çalsam...
Üst kattaki tarçınlı tabakayı sıyırsam…
Oh.
Parmak uçlarımda yürüyerek bahçeyi kontrol ediyorum Bereket annemin kıçı dönük Bahçeden mutfağa doğru süzülüyorum Bir gerilim müziği çalıyor Keman sesi gibi bir şey içimde Mutfağa akıyorum Sürünerek buzdolabına ulaşıyorum Buzdolabının önündeki taşı çekiyorum.
Pat. Çat. Şangır. Şılop.
Nasıl koymuşlar o beş kiloluk salça kavanozunu oraya? Ah, o dolaptaki muhallebi kâsesi. Yerde paramparça olmuş kavanozun paresi. Duvarda sükut-u heyecanın kırmızı lekesi. Merdanelinin kesilen sesi. Gürültüye gelen evin hanımefendisi.
İki yol var önümde. Kaçmalı ya da kalmalı. Karar kılmalı.
Nöroşirurjiyenler böyle bir durumda organizmanın vakayı davranış yoluyla kontrol edemeyeceğini düşünüp hiç kımıldamamak suretiyle olay mahallinde öylece durup öğrenilmiş çaresizlik içerisinde katatonik postür ile karakterize olacağını söylemektedir.
Neyse ki hemen “İki şer var ise meydanda ehven-i şerreyn ihtiyar olunur.” cümlesi geliyor aklıma. Tâbi. Ben deniz beş yaşında bir çocuk, aklıma hem böyle bir cümle geliyor hem de iki şerden hangisinin evlâ olduğunu ‘şıp’ diye biliyorum.
Pekâlâ.
Kaçtım.
Yedim sopayı.
Maşallah.
İşte, insan bazen böyle ‘iki ucu boklu değnek’ durumları ile karşılaşabiliyor. Tam da bu noktada iki uçtaki bok miktarına bakarak daha az olanı tercih etmekte fayda vardır. “Zaten boka battık ne fark eder ki anasını satayım!” demek pek doğru değildir. Bu gibi durumlar hayattan ve her şeyden bir anda soğutabilir. Ve fakat hayatınız kendisine karşı hissettiğiniz soğuklukla ilgilenmeksizin sert ve telaşlı bakışlarla vereceğiniz kararı bekler.
Suç işlemiş olan masal kahramanına “Kırk satır mı istersin kırk katır mı?” diye seçenek sunan ihtiyar heyeti hep bilgece ve demokratik davranır. “Kırk satır düşman başına kırk katırı verin de sılama gideyim.” diyen suçlu da seçim yapmış olmanın gurunu yaşar.
Gerçi ben daha hiçbir masalda “Yahu, bu kırk satır da neymiş bakalım hele?” diyeni ya da yeni bir seçenek sunan bir ihtiyar heyetini duymadım. Zira ehven-i şerreyn bir rahatlık mevzusudur. Her şey önceden bellidir. Kader gibi yani... İhtiyar heyeti “Aman, yeni bir kararname çıkarayım.” diye kafa patlatmaz. Suçlunun söyleyeceği zaten önceden bellidir. Kafalar rahat yani...
Elimde olsa kavanozun düştüğü anın evrende donmasını ve sonsuza dek bu şekilde asılı kalmasını seçerdim. Ve fakat böyle bir seçenek yok. Seçim her ne olursa olsun “Yok yok. İyi olanı yaptık başka çare yoktu” demek elzemdir. Bu durum da insanı bir tevekkül şahsiyetine çevirir ki işte anın paralel evrende asılı kalması illüzyonu ancak bu şekilde gerçekleşir.
Sonuç: Sine-i suzânın mutlak sükûnudur.
Hadi hayırlısı...
nazlikalkan@gmail.com
Kaydol:
Yorumlar (Atom)